Bazı zamanlar vardır ki acı, gündelik dilin yüklenemeyeceği kadar büyüktür. İnsan kendisinden saklanmak ister, çünkü ruhlarımız kötülüğün en vahşi biçimlerine tanık olmuş ve bunu değiştirmek elimizden gelmemiştir. Utançla dolarız, aynada kendi yüzümüzü dahi görmek istemeyiz zira kendi iyiliğimize duyduğumuz itikat sarsılmıştır. Kağıt üzerine döktüğümüz sözcükler bizi kendi iyiliğimize ikna etmekte zorlanır. Dolmabahçe ve ardından Halep katliamları konuşulan dilin, yazılan dilin acıyı taşıyamadığı zamanlar. Bir çığlık içimizden yol bulup dünyaya çıkmak istiyor. Bir çığlık insana yapılan bu zulmün, kutsalın bu denli uluorta aşağılanmasının önüne geçmek ve yeter demek istiyor.
Doksanlı yılların başında üç arkadaş Topkapı’dan otobüse binip önce Hatay’a, oradan Halep’e geçmiştik. Orada buluştuğumuz dedeleri Konya’lı, kendisi de bir Türk soyadı taşıyan bir dostumuz bize Halep’i gezdirmişti. “Aman” diyordu “hepimiz bir arada yürümeyelim, burada üç kişiden birisi muhaberattır, hemen takibe başlarlar”. Ne güzel, ne asude bir şehirdi Halep. Mübarek bir geceydi, bir mahallede Şazeli dervişleri toplanmış zikredecekler diye haber geldi. Ben hayatımın en güzel zamanlarından birini, o gece, o dervişlerin arasında yaşadım. Dervişler bütün bedenleriyle zikrediyor, birbirlerini coşkulu bir biçimde halkanın içine alıyor ve buna tanık olan herkes adeta zamanın dışına çıkıyor, ebediyetin nefesini ruhunda hissederek Allah’ın isimleriyle sermest oluyordu. Halep’teki o tekke, zamanı aşan bir hüviyete sahipti, yüzyıl önce Hakk orada nasıl zikrediliyorduysa o gün de öyle zikrediliyordu. Bugün acımasızca yok edilen Halep, barbarların insan ve vicdan kadar tarihi de yağmaladığı bir mezar kent hükmündedir. İnsan kırımı, vicdan kırımı, tarih kırımı. Bir çığlık, Halep!
Bağdat, Şam, Halep ve Kahire gibi İstanbul da saldırı altında bugün. Terör yarası her yeni eylemiyle, geçmişin yaralarını daha derinden kanatıyor. Bir yası tamamlayamadan ötekine savruluyoruz. Kötülük bu topraklarda hep pusuda bekliyor ve her fırsatta geleceğimizi gasp etmeyi, bizi bütün ruhumuz ve irademizle teslim almayı hedefliyor. Alçak katiller sürüsü, her seferinde ellerini yükseltmeye sıvanıyor ve bizi ruhsal açıdan sakatlamayı hedefliyorlar. Oysa yüzyıllar öncesinin bir ilahisinde söylendiği gibi, “sayılmayız parmak ile/tükenmeyiz kırmak ile”. Katilin alçaklığı her seferinde bizi daha da birbirimize yaklaştırıyor, yüreklerimizi aynı hizaya getiriyor. Milletimizin kahir ekseriyeti vatanımıza yapılan bu saldırıyı bir varlık ve yokluk meselesi olarak algılıyor ve safları sıklaştırıyor. O Temmuz gecesi sömürgeci efendilerin keyfini kaçıran halk, bu toprağı ve bu bayrağı ıssız bırakmayacağını cümle aleme göstermişti. Hayır, yenilmeyeceğiz. Aşk ile haykıracağız: “Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azimetten”. Bir çığlık, vatan!
Dönüp bir daha bakalım kendimize. Nasıl daha iyi, nasıl daha ahlaklı insanlar olabiliriz? Bu ülkeyi içten içe kemiren vurdumduymazlığı nasıl iyileştirebiliriz? Sen o yeşil alanı imara açtığı için haram bir servetin tepesine konan belediye başkanı, ülken bir varlık mücadelesi içindeyken utanmayacak mısın yaptığından? Sen o emniyet şeridinden gittiği için yüzlerce başka sürücünün hakkını gasp eden adam, yaptığın bu gazi milletin şanına yakışıyor mu? Sen öğretmek istemeyen öğretmen, sen öğrenmek istemeyen öğrenci, sen ötekiyle konuşmak yerine onu suçlamayı yeğleyen cepheci, bu ülkenin yarını için sizinle nasıl birlikte düş kurabileceğiz? Alın teri akıtmadan, atalarımızın çektiği cefanın binde birini çekmeden biz, bir hilal uğruna batan güneşlerimizin, şehitlerimizin hakkını nasıl ödeyeceğiz? Var olmak için hamaset dairesinden basiret ve feraset dairesine geçmemiz gerekiyor. Düşman kavi evet ama onunla başa çıkmanın yolu ona sövmekten geçmiyor. Onun hain planlarını boşa çıkaracak bir zekavetle donatmalıyız bütün kurumlarımızı, istihbaratımızdan üniversitelerimize kadar vatana sadakati, işinde ehliyet ve liyakati önceleyen yepyeni bir sorumluluk ahlakıyla kurmalıyız bu ülkeyi. Buhran zamanlarında hep yapageldiğimiz gibi, kendi dışımızda kötülük odakları tespit ederek şeytan taşlamak, sorumluluklarımızı hafifletmiyor. Ben ne yaptım, sen ne yaptın? Hangimiz nerede bir kusur işliyoruz? Neyi daha iyi yapabiliriz? Mesela sen ey futbol taraftarı, rakip takımın taraftarına saldırganca hisler beslemek zorunda mısın? Yüzlerce polisimiz senin çocukça düşmanlığını zapt etmek için o soğukta beklemek zorunda mı? Mesela ben, hangi kötülüğe tanık oldum da ‘aman ses etmeyeyim’ dedim? Her birimiz çuvaldızı kendimize batıralım. Bu toprakların mayası kötülük tutmaz, iyileşeceğiz elbet. Ama hepimiz bu ülkede görmek istediğimiz değişimin bir parçası olabilirsek iyileşeceğiz. Hepimiz önce kendimizi değiştirebilirsek iyileşeceğiz. Kendi sorumsuzluk ve vurdumduy-mazlığımızdan arınabilirsek iyileşeceğiz. Vatan biziz, Halep biziz, bugünlerde içimizde düğümlenen hıçkırık biziz.
Kalbim, bu yazdıklarımı duyuyor musun? Bir çığlık, insan!