İki karanlık arasında bir ışık çakımı, hayat. Varlık bir uçurumun kıyısında sallanan beşik. İnsan ölümlülüğü inkâr etmek, hatta aşmak ister. Kaçınılmaz ölümümüzün çaresizlik ve dehşetinden korunmak için zırhlar öreriz kendimize, zamanı aşan ülkü ve eserlerin bize de bir ebediyet tılsımı vermesini dileriz. Uçurum aşağı bakmak başımızı döndürüyor. Sema çok parlak, gözlerimiz kamaşıyor. ‘Göçtü kervan kaldık dağlar başında’.
‘Çok uzaklara gidersen sesim sana yetmeyebilir. Seni çağırdığımda işitmeyebilirsin’ dedim. ‘Çok uzaklara gittiysem, ormanın derinliklerinde bir ses duyduğum içindir’ dedi, ‘dönecek bir evim olduğunu bilmediğimden değil’. Yola âşık olan çıkar yola. Yolla sarhoş olan, sesi ancak uzaklarda yankılanan o puhu kuşunu duyar. Bir sonbahar resmi gibi, sararmış yaprakların süslediği bir çehreyle oturuyor karşımda. İşte bir kez daha kelimeleri kınından çıkarmış, onlardan birbirimize köprüler kurmak yerine, kendi yalnızlığımıza giden patikalar inşa ediyorduk. Kınından çıkardığımız ses ve harflerle birbirimize oklar atıyor, hançerler saplıyor, ancak bir yaraya denk gelebilirsek eğer, sahici bir buluşmanın tanıkları olduğumuzu düşünüyorduk. Bu kılıç darbelerine karşı kendimi savunmam sadece yüreklerimizin birbirine yaklaşacağı bir ânı kollamak içindi. Hayır, ben daha önce yere serilirsem ona kim yardım edecekti? Yüreğin sesini kulağın duyabildiği o an, prangaları birbirine raptedilmiş iki kürek mahkûmu olduğumuzu ona kanıtlayabilirdim. Oysa o kelimeleri havada döndürüp, ‘son anlam bükücü’ olarak burgulu bir mızrak halinde yüreğime sapladığı her seferinde, kendi zaferinden yapılmış bir sarhoşluğun neşesine gömülüyordu. Canı acımışların, ancak dünya muhataplarından birinin de canı acıdığında adaletin tecelli edebileceğine inanan o tuhaf esrikliği. Varlığının dünyada açtığı yarayı, başka yaraların tanıklığında iyileştirme arzusu. Bir göğüs germe eylemi olarak varlık. Var olmak bir şaşkınlığın uçurumuna düşmekse eğer, kim himaye edecek ruhumuzu, kendimizi o derin boşluğa bırakmanın hazzından? O kendinden geçiş, o sarhoşluk insanın en karanlık bağlarından taşınan üzümleri acının mayaladığı zaman kendisini gösterir. Bağırıyorum duymuyor, usulca sesleniyorum duymuyor, şarkı söylüyorum tın yok. Kendini dünyada evinde hissedemeyenlerin, daima bir gurbet ağrısı çekenlerin, bir ev onları beklese bile gittikleri yoldan döndükleri her seferinde yurduna ve evine sığamayanların hüznü. Bir adam hatırlıyorum, çok yıllar önce Londra’dan kalkıp gelmişti, dizlerinin sızısına bir derman arıyordu. ‘Yanlış hekime geldiniz bayım’ demeye kalmadan, bir kaçakçı teknesinin karanlık ambarında günlerce süren İngiltere seyahatini anlatmaya başlamıştı. Ülkesini sevme zorluğuna tutulduğu günlerde o da diğer politik muhalifler gibi kendisine yeni bir yurt, yeni bir deniz aramaya koyulmuş ve bu ada devletine ‘yasa dışı’ yollardan ulaşarak mülteci olmayı düşünmüştü. Korkuyla geçen günlerden sonra yırtıcı bir ses önce ruhuna sonra dizlerine çöreklenip kalmıştı. ‘Poliiiis’ diye bağırıyordu ses. ‘O korkuyla dizlerime bir ağrı çöktü kaldı’ diye anlatıyordu, ‘yirmi yıl geçti ama dizlerimin ağrısı dinmedi. Orada para kazandım, işletmeler kurdum, saygın bir statü edindim ama dizlerimin ağrısı geçmedi’. Gurbet ağrısının tek tedavisi sılaya dönüştür. Yurt özlemi yurtla iyileşir. Doğmuş olmanın acısı, hayatın göğüslerinden süt emmekle. Sızlayan dizleri değil varlığıydı. O yüzden şifasını yurdunda arıyordu. Varlığın evinde.
Bir böyle deniz aşırı gurbetlere gidip sızlayanlar vardır, bir de babalarının gurbetinde sonu gelmez bir özleyişle baştan aşağı sızı kesilenler. Kelimelerden kendisine türlü savaş aletleri yontan bu kadın da babayı erken yaşta ölümün akşam ülkesine uğurlayıp, o akşam ülkesinin yenikliğini içinde bütün dünyaya küslük olarak gezdiren binlerce kader mahkumundan biriydi. O akşam ülkesine erken yaşlarda yolcu uğurlayanlar yenikliğin tadını bilir. Hayat kolunu kanadını kırdıysa bunu bir daha yapacak demektir, işte bu yüzden daima bir savaş hali üzere yaşar, kimsenin onlara değecek, onlara dokunacak kadar yakınlarına sokulmasını istemezler. Büyük savaşçılar en ağır yenilenlerin arasından çıkar.
‘Yarayla alay eder hiç yaralanmamış olan’. Yo hayır, böyle olmayacak. ‘Ancak büyülenmiş olan büyüleyebilir’ demişti mesleğimizin pirlerinden biri. Ona benim yaramdan da kan sızdığını gösteriyorum. Seni mağlup edenlerden biri değilim ben. Seninle birlikte ve senin kadar acı çekiyorum. Benim de akşam ülkesinde çok yaranım var. Biraz sokulursan, benim göğüs kafesimde de bir yüreğin attığını duyacaksın bak.
Durup bakıyor. Hayret ve hayret ve hayret.
Gözbebeklerimizin ta içinde bir yaradan artakalan insanı görüyoruz. O bende kendisini seyrediyor, ben onda kendimi. Orada o geçmişin hapishanesinden özgürleşiyor, ben doktor önlüğümü bir kenara asıyorum. Var olmak bir sızıda buluşmaktır.