Mültecilerin insani güzergâhı: Bitmeyen yolculuk

İnsanlık tarihinin bilinen en eski savaş kuralıdır: Kadınlara, çocuklara, yaşlılara, hastalara ve esirlere dokunulmaz. Tarihin belli dönemlerinde ortaya çıkmış zalim hükümdarlar/komutanlar dışında bu kurala genel olarak sadık kalınmıştır. Ordular çarpışır, sonra ya bir taraf galip gelir, ya iki taraf da geri çekilir, ya da doğal şartlardan dolayı savaş kendiliğinden sona erer.

Modern zamanlarda, hemen her kavramda olduğu gibi savaş mantığında da değişiklikler meydana geldi. Diktatör, terörist, örgüt, çete, anarşi gibi olgularla tanıştık. Bu değişikliklerin vurduğu ilk kesim, savaşın “dokunulmazları” dediğimiz kadınlar, çocuklar, hastalar oldu.

Eve dönmek artık bir hayal

Türkiye, birkaç yıldan beri yirmi birinci yüzyılın en büyük trajedilerinden birine şahitlik ve -kısmen- ev sahipliği yapıyor. Beşar Esed’in, IŞİD’in ve Ortadoğu üzerinde bitmek bilmeyen planları bulunan ABD, Rusya, İngiltere, Fransa, Almanya, İran gibi ülkelerin kana buladığı Suriye’den kaçan milyonlarca insan, yıllardan beri süren ve yakın zamanda bitecek gibi görünmeyen bu mezalim dolayısıyla umutlarını yitirmeye başladı. Hayatlarını başta Türkiye olmak üzere çeşitli ülkelerdeki kamplarda idame ettiren bu insanlar, bir gün vatanlarına geri dönecekleri inancı kaybolmaya yüz tutunca kendilerine yeni bir hayat kurma yolunu seçti.

Önemli bölümü kapılarını kendilerine açan ülkelerde tutunmaya çalışan mültecilerin bir kısmı da tüm şartlarını zorlayarak Avrupa’ya gitmeye çalışıyor. Gayet insani ve gerçekçi temellere dayansa da onların bu -kimi zaman ölümü de göze alarak- Avrupa istekleri ezberci yargılarla karşılanabiliyor. “Biz onlara bakıyoruz ya, dertleri neymiş” türünden söylemlerle vücut bulan bu eleştirilerin elle tutulur yanı yok elbette.

Umudun adresi Avrupa

Bu insanların gelecek kaygılarını, ne anadilinde ne Türkçede eğitim alabilmiş çocuklarının cahil kalmasını, toplum içinde sıkça yaşadıkları “öteki olma” hissini, çoğu yerde komik ücretlerle çalıştırıldıklarını fakat buna mukabil en yüksek kiraları ödemek zorunda olduklarını akla getirmeden yapılan hakkaniyetsiz yorumlar, mültecilerin tehlikeli Avrupa yolculuklarının sebeplerini bizden gizliyor.

İşin diğer ucunda yer alan Avrupa’nın, mültecilerin zihnindeki “harikalar diyarı” olup olmadığıysa ayrı bir tartışma konusu. Birçok ülkenin göstermelik kamplarını, sınırlarında aldıkları sert tedbirleri ve bunların yol açtığı gayriinsani durumları yine bu sayfalarda yazmıştık. Danimarka gibi ülkelerin “mültecilere bakma karşılığında onların ziynet eşyalarına el koyma” kararını tartıştığını dahi gördük. Fakat bunlar, geleceklerini karanlık gören Suriyelilerin önemsedikleri detaylar değil. Onlar hâlâ bir şekilde Avrupa ülkelerine (özellikle de Almanya’ya) yerleşirlerse çok daha iyi şartlarda yaşayacaklarına, “hayatlarının kurtulacağına” inanıyorlar.

Yunanistan yolun yarısı

Peki, kimisi yürekleri dağlayan birer drama dönüşen bu yolculuklar nasıl gerçekleşiyor? Mültecilerin sonu belirsiz yolculuklarına kimler aracılık ediyor, kim onların hayatlarını tehlikeye atıyor? Neden denizin ortasında can pazarı yaşıyorlar? Yunan adalarında nasıl karşılanıyor, neler yapıyorlar?

Bu soruların cevabını merak edenlerden biri de Mülteci Hakları Derneği Başkan Yardımcısı Avukat Akif Demir. Akif Bey, ciddi anlamda bu işin peşine düşmüş ve epey malumat toplamış bir isim. Kendisinin anlattıkları, mültecilerin “karanlık yolculuğunun” detaylarını göz önüne seriyor.

Akif Demir’in anlattığına göre, Avrupa yolculuğunun ilk ve en önemli, hatta en zor adımı Yunanistan’a geçmek. Bu geçiş yoğunlukla üç yerden: Ayvacık (Çanakkale), Dikili (İzmir) ve Bodrum’dan sağlanıyor. Öyle zannedildiği gibi “ezbere” çıkılmıyor yolculuğa. Tıpkı yurtdışına tatile gitmeden önce güzergâh belirleyen turistler gibi mülteciler de kendilerinden önce gidenlerin tecrübelerine dayanarak bir planlama yapıyorlar.

Kaptanı olmayan botlar

İstanbul’da, hem Suriyeli, hem de Suriyeli harici (genellikle Afgan) mültecilerin belirli toplanma noktaları var. Viyadüklerin altı, parklar gibi açık alanlar olan bu toplanma noktalarında bir süre kaldıkları da oluyor. Fakat hiçbiri, en parasızı ve acemisi dahi 4-5 günden fazla kalmıyor buralarda, bir şekilde Yunan adalarına gidecek botlara ulaşmayı başarıyorlar.

İstanbul’daki mültecilerin yolculuğunu organize edenler, bu iş için kişi başı 800 dolar alıyorlar. Ancak otobüs bileti, can yeleği vs. gibi hiçbir masrafı karşılamıyorlar. Mültecileri bindirdikleri şişme botların bir kaptanı dahi yok; istisnasız tüm botlar, deniz yolculuğuna dair hiçbir tecrübesi olmayan yolcular tarafından kullanılıyor. Yaşanan kazaların bir kısmı da bu yüzden meydana geliyor zaten. Dalga hangi yönden gelirse ne yapılır, rüzgâra göre istikamet nasıl belirlenir gibi konularda hiçbir tecrübesi olmayan yolcular, yapısı da elverdiği için çok rahat biçimde alabora olan şişme botlar yüzünden sık sık denize dökülüyor. Yalnızca Ege Denizi’nde 2014’te 25 bin, 2015’te de 50 bin civarı göçmen sahil güvenlik güçleri tarafından denizden kurtarıldı.

Bir tas çorbaya hasret

Yolculuğun ilk durağı “Yunan adasına geçme” kısmından sonra orada da sıkıntılı bir süreç yaşanıyor. Yunanistan hükümeti, kendi ülkelerine yerleşme niyetleri olmadığını bildiği için göçmenlere karşı sert bir tavır takınmıyor, hatta bir an evvel gitmeleri için onlara seyahat serbestisi getiren birtakım belgeler de sağlıyor, ancak insani koşullarını düzeltecek hiçbir adım atmıyor. Parası olan Suriyeliler, gerekli belgeleri ve Atina yolculuğu biletlerini sağlayana dek adalardaki otellere yerleşiyor. Onlar kadar şanslı olamayanlarsa, yolculuktan dolayı sırılsıklam olmuş, aç ve kimi zaman da hasta biçimde adadan çıkacakları günü bekliyor.

Midilli’de, mültecilerin adaya vardıkları noktadan Atina’ya giden gemilere binecekleri yere kadar yaklaşık 40 kilometrelik bir mesafe var. Yine “şanssız ve parasız” göçmenler bu yolu yürümek zorunda kalıyor. Akif Demir, bu insanların çok büyük kısmının aç olduğunu, bazılarının günde bir tas çorbadan başka bir şey yiyemediğini, ada halklarının iyi niyetine ve bazı yardım kuruluşlarının organizasyonlarına rağmen göçmenlerin önemli kısmının açlık ve hastalıkla boğuştuğunu söylüyor.

Sonrası muğlak

Tüm engelleri aşarak Atina’ya ulaşan mülteciler, daha sonra diğer Avrupa ülkelerinin sınırlarında ciddi zorluklarla karşılaşacaklarını bilmelerine rağmen kendilerini yarı yarıya kurtulmuş sayıyorlar. Karaya ayak basmak, her şeye rağmen, yolculuklarının geri kalanına dair umutlarını ve güvenlerini tazeliyor.

Peki ya sonra? Sonrası muğlak. Mültecileri topraklarında görmekten hiç de hoşnut olmayan Avrupa ülkelerinin, onları Türkiye’de tutabilmek adına büyük çaba sarf ettiği aşikâr. Yine de hem Ege, hem de Akdeniz üzerinden dalga dalga gelen göçmen akınlarına karşı koyamıyorlar. Denizlerde feci şekilde can veren binlercesine karşılık on binlercesi daha bir umudun peşine takılıp Avrupa’ya geçmeye devam ediyor.

Benzer konular