5G savaşları
Mobil telefonlar ilk olarak 1973’de üretilir. 1992 yılında taşınabilir seviyeye gelmesiyle başlayan mobil (cep) telefonu teknolojisi internet ile buluşur. Bu birlikteliği 2G, 3G, 4G, 4,5G teknolojisi izler. Cep telefonu teknolojisinin haberleşmesinde kullanılan baz istasyonları güçlü bir radyasyon yayarlar. İnsanın bedeni radyo frekans elektromanyetik alana maruz kaldığında, vücut tarafından emilen radyasyona ise ‘SAR değeri’ denilir. İnsana etkilerinden biri de çağın vebalarından biri olarak kanserdir ve bu artık hiç kimse tarafından reddedilmiyor. Bilim çevreleri ise resmi makamlarca izin verilen elektromanyetik radyasyon şiddetinin, insan bedeninin ve tabiatın tahammül edebileceği seviyelerin çok çok üzerine geçtiğini dile getiriyor.
Şimdi ise sıra “Beşinci Nesil mobil teknoloji” olarak tarif edilen “5G”de! Bu teknolojilerin zararsız olduğunu iddia edenler bile 5G konusunda korkunç şeyler söylüyor. 5G “hiç bilmediğimiz, hiç tanımadığımız bir radyasyon şekli” olarak tarif ediliyor. 5G şimdikiler gibi, dalga dalga olmayacak. Nokta atışı ışınlar yayacak, ışın kılıcı gibi, mermi gibi…
RF modemlere benzer bir şekilde 3 ila100 metrede bir, her sokağa, her lamba direklerine, her otobüs durağına, hatta evimizin dibine bir “kutucuk” koyacaklar. Yani milyonlarca yeni baz istasyonu kurulacak! Devamlı yenisi gelen bilimsel araştırmalar da gösteriyor ki; kanser, kısırlık, depresyon, kalp hastalıkları dalga dalga artacak! Üstelik an içinde yaşadığımız elektromanyetik dalgaların daha da beterinin getirilmesi planlanıyor. Bitmedi, daha “nesnelerin interneti”nden bahsetmedik. Akıllı evler, şoförsüz arabalar, bütün elektrikli cihazlar hatta insan beyinleri, hep birbirine bağlı olacak ve bütün bunları “akıllı” cep telefonları yönetecek.
Dünyanın etrafına yerleştirilecek en az 20.000 uydu ile radyasyonsuz hiç bir yer kalmayacak! Nesnelerin interneti ile saldırılar çok daha yıkıcı olabilecek… Uçak düşürme, arabaları durdurma veya çalıştırma, seçim sonuçlarını değiştirme, tıbbi cihazları uzaktan etkileyerek cinayet işleme gibi sonsuz ihtimaller bizi bekliyor olacak… İşte 2019 ve sonrası bu teknoloji sayesinde zannedilenden de karanlık bir yıl olacak!
Artık savaşlar ‘siber’ olacak
Bir şahıs, ülke veya örgütün internet veya bilgisayar ağları üzerinden başka bir şahıs, işletme ve ülkeye ait bilgisayar ağlarına müdahale etmesi olarak tarif edilen ‘siber savaş’, son zamanlarda dünya kamuoyunu oldukça meşgul ediyor.
Küresel güç mücadelesinin dijital ortama taşınmasının bir sonucu olarak ortaya çıkan siber savaşta, sanal ortama ait teknikler kullanılıyor. Bütün bilgilerin bilgisayar ortamında tutulduğu günümüzde siber saldırıların bir ayağı istihbarat toplama şeklinde gerçekleşiyor. Bu tarz saldırılara verebileceğimiz en belirgin örnek, Amerikalı eski istihbarat çalışanı Edward Snowden’ın ifşâatları.
Snowden bu ifşâatları ile ABD’nin siber istihbarat kurumu Ulusal Güvenlik Ajansı (NSA)’nın, özel iletişim verilerine, internet yazışmalarına erişebildiğini, diğer ülkelerin hükümet binalarını dinleyebildiğini gösterdi.
Bunun dışında siber saldırılar ülkelerin ya da kurumların ağlarına ve donanımlarına zarar verme şeklinde de cereyan ediyor. “Stuxnet” adlı, Microsoft işletim sistemlerini ve Siemens yazılımlarını kullanan fabrikalardaki makine kontrol sistemlerini durduran virüs yazılımının, aslında İran’ın nükleer programını hedef aldığının ortaya çıkması bu konuya bir örnek.
Siber saldırılar manipülasyon için de yapılabiliyor. Amerikan seçimlerini Rusya’nın etkilediği iddiaları bu konuya verebileceğimiz örneklerden biri. Türkiye’ye dolar kuru saldırısı yapıldığı dönemde, bazı banka sistemlerinin hacklenerek düşük kurdan dolar satışı da bir siber saldırı olarak isimlendirilebilir. Teknoloji ile iç içe olduğumuz müddetçe sivil savaşlar gündemimizden hiçbir zaman düşmeyecek.
Nükleer ve nano nükleer silahlar
30 civarında ülkenin sahip olduğu nükleer teknoloji bugünün olduğu kadar yarınların da en büyük meselelerinden biri. Zira kitle imha silahı da olan nüekleer silahlara bugün nokta atışı yapabilen nano-nükleer silahlar da eklenmiş bulunuyor.
ABD Başkanı Donald Trump, Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği ile imzalanan ve nükleer savaş tehdidini azaltmaya dönük atılmış en önemli adımlardan biri olarak gösterilen Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Anlaşması’ndan (INF) çekileceğini açıklamış, Rusya ise bu kararı “çok tehlikeli bir adım” olarak nitelendirmişti.
Çıktığı bu yolculukta Türkiye’nin ilk durağı nükleer güç santralleri. Bir sonraki adımda ise temel caydırıcı unsurun nükleer silah olmaması için hiçbir neden yok. Bunu önleyebilmek için her türlü enstrümanı sahaya sürebilecek kapasitede. Bahis Türkiye olunca 2007 yılında Isparta’da uçakları düşürülerek katleden nükleer fizikçileri de yâd etmek gerekiyor.
Türkiye nükleer yolculuğuna 1955’te Atom Enerjisi Komisyonu’nun kurulmasıyla başlar. Bunu santral etütleri izler. İlk santralin kurulması fikri, 1974’te masaya gelir. Hatta santralin Mersin’in Gülnar İlçesi’ne bağlı Akkuyu mevkiine kurulması da kararlaştırılır ama gerçekleştirilemez.
Nükleer güç olma isteği bu kez de AK Parti döneminde yeniden gündeme geldi. 2006’da dönemin Enerji Bakanı Hilmi Güler, nükleer santral için ihale sürecini başlattıklarını açıkladı. Türkiye yıllarca büyük harcamalarda bulunduğu enerji ithalatını azaltmak yani enerjide dışa bağımlılığını azaltmak için arayışta. Enerji kaynaklarını çeşitlendirmek için nükleer enerji önemli bir alternatif.
Dünyada 30 ülkede 449 nükleer santral aktif olarak enerji üretiyor. 56 yeni nükleer santralin inşası ise sürüyor. ABD’de 100 nükleer santral var. Ülkenin elektrik ihtiyacının önemli bir kısmı nükleer güçten elde ediliyor. Avrupa Birliği üyesi ülkeler de enerji ihtiyaçlarının yaklaşık yüzde 30’unu nükleer güç ile karşılıyor. 14 üye ülkede toplam 130 nükleer reaktör bulunuyor. Fransa en çok nükleer santralin olduğu ülke.
Batının iki yüzlü politikaları nükleerde de karşımıza çıkıyor. İsrail’in nükleer silahlarına destek veren batı, İran söz konusu olunca çılgına dönüyor. Bugün ABD ile İran arasındaki krizin yegâne kaynağı da nükleer yani uranyum zenginleştirmesi. Türkiye’ye yönelik küresel ve bölgesel tehditler göz önünde bulundurulduğunda ise caydırıcılık kalkanını güçlendirmek için nükleer silah sahibi olmak bir zorunluluk olarak önümüzde duruyor.