İran ile Suudi Arabistan arasındaki gerilim, ayrışma ya da çatışma hali, coğrafyamızın karşı karşıya kalacağı en büyük tehdidi içeriyor. Aslında bir Pers-Arap rekabeti, bir tür jeopolitik mücadele olan bu ayrışmanın Şii ve Sünni gibi “mezhep kimliği” üzerinden pazarlanması da en az sorunun kendisi kadar büyük bir tehdit olarak görülmeli.
1991 Körfez Savaşı’ndan bu yana, coğrafyanın tamamına yönelen Batılı istilanın gölgesinde devam eden bu mücadelede, Arap-Fars çekişmesi o günden bu yana Arapların aleyhine devam etti. Arap toprakları adım adım işgal edildi, parçalandı. Bir “Arap gerilemesi” 21. yüzyılın ilk çeyreğine damgasını vurdu. İran-Irak savaşı Arap-Fars savaşıydı ve Tahran, “Şii kimliği”ni etkin biçimde kullanarak Irak’ı denetimi altına aldı. Arap-Fars sınırı, İran-Irak sınırından Suriye’ye geriledi.
Suriye savaşı da aslında mahiyeti itibariyle bir Pers-Arap savaşıdır ve savaşın altı yılda geldiği nokta, İran’ın nüfuzunu bu ülkede daha da güçlendirmesi oldu. Lübnan’daki Hizbullah varlığını da eklersek, İran-Akdeniz arasındaki Arap topraklarının büyük ölçüde işgal edildiğini, ciddi bir demografik düzenlemenin yapıldığını, haritanın Araplar aleyhine değiştirildiğini söyleyebiliriz.
Irak işgali ve Suriye savaşı sonrası Kürtlerin Arap topraklarına yayılmasını da eklersek, İran ve Kürtlerin Arap topraklarını işgal ettiğini söylemek pekâlâ mümkündür.
Ama bu yazının konusu bu değil. Bölgemizde mezhep kimliği üzerinden pazarlanan jeopolitik savaşların sadece mezhep kimliğini değil, İslami olan, tarihi olan, bize ait olan bütün değerleri kirletmeye başladığına, değersizleştirdiğine, anlamsızlaştırdığına dair çok yakın bir tehlikeye dikkat çekmek istiyorum.
Maalesef kimse bu konuya ilgi duymuyor, yaklaşan tehlikeyi görmüyor, terörle mücadele adı altında yürütülen İslam’la mücadele doktrininin bölge ülkeleri üzerinden böyle bir değersizleştirme tehlikesini de barındırdığını anlamak istemiyor.
İki yıldır “Mekke Savaşları” adı altında yazılar yazıyorum. “Tanklar Kâbe’ye dayanmadan” başlığı altında uyarılar yapıyorum. Pers-Arap savaşlarının varacağını noktaya dikkat çekiyorum ve bunun küresel bir proje olduğunu söylüyorum. Çünkü tehdidi hissediyorum, bir-iki yıl içinde karşı karşıyla kalacağımız manzarayı görebiliyorum. Bu yazılardan sonra Yemen’den S. Arabistan’ın Riyad, Cidde, Mekke şehirlerine balistik füzeler atıldı. Bunlar İran füzeleriydi.
İki cephe arasındaki nihai savaşın İslam’ın kutsal şehirlerini tartışmaya açacağını, tehdit edeceğini düşünüyorum. Ama bu, İran ve S. Arabistan’ın kendi projesi değil. Coğrafyanın tamamına yönelik istila hesaplarında bu ülkelere yüklenen misyondan başka bir şey değil. Çünkü onlar, Batılı istilayı planlayanlar ve yürütenler, bundan sonra Müslüman coğrafyada “infial” üzerinden hesap yürütecek. İnfial çıkarmanın tek yolu da Mekke ve Medine’ye yapılacak bir saldırıdır. Bugün Yemen’den İran füzeleri gelse de başka bir adresten İran füzesi görünümünde üçüncü bir saldırı coğrafyayı birbirine katmaya yetecektir. Böyle bir kaosu hiçbir güç durduramayacaktır.
Müslümanları “utançlarından başlarını kaldıramaz hale” getirmek istiyorlar. İslam’ı değersizleştirmek, kitlelerin inançlarını sarsmak istiyorlar. Çünkü nihai hedefleri İslam’ın kendisidir. Çünkü onlar aslında İslam’la savaşıyorlar. Maalesef bu savaş, Müslüman ülkelerin açgözlülüğü ya da aptallığı üzerinden yürütülüyor.
Gerçek Hayat, bu sayısında Mekke ve Medine’nin statüsü ile alakalı tartışmayı ele aldı. Bazı ülkelerin hoşuna gidecek, bazılarının da rahatsız olacağı bu konu çok önemli. Geçmişte yer yer gündeme gelen meselenin Katar krizi ile birlikte yeniden bugüne taşınması dikkat çekici. Ancak Mekke ve Medine’nin statüsü kadar, bu merkezlere yönelik bir tehdide dikkat çekmenin yerinde olacağını düşünüyorum.