Coğrafyanın kalbine nişan alıyorlar:
Bir cesur ses, bir akil duruş lazım
Önceden işgaller vardı. Ülkeleri birer birer hedef alıyorlardı. Önce terör örgütlerini besliyor, harekete geçiriyor, ülkeleri istikrarsızlaştırıyor, işgal için, iç savaş için ortam oluşturuyorlardı. Bu örgütler bazen etnik milliyetçilik, bazen mezhep kimliği, bazen “İslamcı” kimlikler öne çıkarılarak kuruluyordu.
Sanki Batı ile, istilacılarla savaşıyorlarmış gibi konumlandırılıyor, aslında çokuluslu işgalin ön hazırlıklarını yapıyorlardı. O ülke, iç savaş için ya da işgal için hazır hale getiriliyor, ardından Batılı ordular o ülkenin üstüne çullanıyorlardı. Mezopotamya’nın kalbine yüz binlerce kişilik ordular akıtılıyor, kadim İslam şehirleri yakılıp yıkılıyor, Müslüman kimlikler ve kişilikler en çirkin şekilde aşağılanıyordu.
Bu “özgürleştirme” operasyonu en tahrik edici cümlelerle yine bize pazarlanıyor, bizler de çok azımız dışında, onların düşmanlarıyla düşman, dostlarıyla dost oluyorduk. Afganistan böyle işgal edildi, Irak böyle işgal edildi, Libya böyle paramparça edildi. Yemen, Somali, Sudan gibi ülkeler böyle iç savaşlara sürüklendi. Suriye böyle bir projenin ürünüydü.
Afganistan’ı işgal ederken “Taliban ve el Kaide” dediler, Irak’ı işgal ederken “Saddam” dediler, Libya’yı paramparça ederken “Kaddafi” dediler bize.
Biz de tam da onların istediği gibi o büyük düşmanlara karşı bilendik, istilacıların yanında saf tuttuk. Bu ülkelerin zalimlerden kurtulmaları için söylemler ürettik, dini meşruiyetler uydurduk. Bir bayram sabahı Saddam asılırken bile mazlumun zalimleşmesinin ne olabileceğini görememiştik.
Halep, Bağdat harabeye çevrilirken, bu coğrafyada sayısız imparatorluğu tarihe gömen şehirlerimiz aşağılanırken, yüz binlerce insanımız kıyıma uğratılırken, Ebu Gureyb ve Bağram gibi üslerde İslam milleti en ağır işkence ve aşağılanmaya maruz bırakılırken de aklımız başımıza gelmedi.
Onlar birer Haçlı gibi geliyordu, bizler birer Müslüman olarak yanlarında saf tutuyor, ülkelerimizi, tarihimizi, kimliğimizi, vatanımızı peşkeş çekiyorduk. Çünkü düşmanımız Saddam’dı, Kaddafi’ydi, Taliban’dı. Bize böyle yutturdular ve bizler inanıyorduk. Bedelini ülkelerimiz, coğrafyamız olarak ödüyoruz şimdi.
İslam’la savaşanlar, Müslümanları “İslam’la savaş”larının en elverişli silahına dönüştürmüşlerdi de biz akıllanamamıştık.
Şimdi savaşın en büyüğüyle karşı karşıyayız. Artık ülkeler değil, coğrafyanın bütünü hedef alınıyor. Artık terör örgütleri değil, arkasındaki güçler geliyor. Artık savaş çevreden İslam’ın kalbine, coğrafyanın merkezine taşınıyor.
ABD, İngiltere ve İsrail, mezhep savaşlarından, etnik çatışmalardan sonra coğrafyayı bir kez daha ikiye bölüyor. Arap ve Arap olmayan Müslümanlar olarak… Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) öncülüğünde, S. Arabistan’ın genç veliahdı Muhammed bin Selman desteğinde, Sisi cuntasının katkılarıyla yeni bir büyük cephe kuruluyor.
Riyad’dan gelen “Ilımlı İslam” mesajları bu cephe için planlanan söylemdir, kamuflajdır. Yine tahrik edici cümlelerle, yine altın tepsilerle ama bu sefer en büyük felaket senaryosunu servis ediyorlar. Bu servis coğrafyanın tamamını savaşa sürükleme üzerine, ülkelerin yağmalanması üzerine, her ülke için çizilen yeni harita taslaklarının gerçeğe dönüştürülmesi üzerine planlandı.
Lübnan’dan başlayıp Yemen’e uzanacak, S. Arabistan’ı imha edecek, BAE ve Katar’ı ateşe atacak bir plan harekete geçirildi.
İşgal ve en ağır saldırıları yaşayan kadim İslam şehirlerinden sonra bu büyük komplonun merkezinde bu sefer iki şehir var. İslam’ın kalbi olan şehirler…
Mekke ve Medine…
Hâlâ aklımız başımıza gelmeyecek mi?