Türk-Arap ilişkisine geç kalmış ilişki demek mümkün. Türkiye, Arap coğrafyasını uzun süre uzaktan izlemeyi tercih etti. Arap Baharı’nın Türkiye’nin Arap coğrafyası ile ilişkilerinde belirleyici bir tarafı oldu.
Kuveytli akademisyen Mübarek Salih Aljeri, Tunus’taki Nahda Hareketi ve Kuzey Afrika başta olmak üzere Arap dünyasının hem doğusu, hem batısındaki toplumsal hareketler, siyasal İslam çizgisindeki oluşumlar üzerine çalışıyor. Aljeri ile Türk-Arap ilişkilerini ve İslam dünyasını konuştuk.
Türkiye’ye duyduğunuz ilgi nereden kaynaklanıyor?
Türkiye bölgedeki merkez devletlerden biri olarak oldukça önemli yere sahip. Bu nedenle gerek ülke, gerekse siyasi gelişmeler beni alakadar ediyor. Fakat daha ziyade Türkiye’nin Körfez ve Kuveyt ile ilişkisine odaklandığımı söylemeliyim. Türkiye özellikle 2006 yılından bu yana kendini konumlandırdığı izole pozisyondan ayrıldı. Kendi kabuğundan çıkarak bölge meselelerine aktif şekilde müdahil olmaya başladı. Ben de siyaseti takip eden ve Siyasal İslam konusunda araştırmalar yapan biri olarak Türkiye’de Nakşibendiliğin ve Mehmet Zahit Kotku’nun siyasetteki etkisine dair okumalar yapmaya başladım.
Türkiye’ye ne zamandan beri gelip gidiyorsunuz?
Türkiye’ye ilk kez 2010 yılında geldim. İlk geldiğimde sadece İstanbul’u görebilmiştim. Sonraki gelişlerimde pek çok yeri görme fırsatı buldum. İstanbul’dan İzmir’e yaptığım bir seyahat var örneğin. İstanbul ile Anadolu arasındaki farkı görmemi sağladı. İstanbul fazlasıyla kozmopolit bir şehir. Anadolu’nun kendine özgü bir yapısı, ayrı bir kültürel dokusu var. Türkiye kültürel çeşitlilik açısından bir hayli zengin bir ülke. Zamanla o kadar sık gelip gitmeye başladım ki sonunda buradan bir ev satın almaya karar verdim. İki-üç ayda bir gelip burada kalıyorum. Türkiye’yi modernizm ile geleneği, İslam ile çağı bir şekilde buluşturmayı becermiş bir ülke olarak değerlendiriyorum. İzmir örneğine bakıldığında daha Batı’ya açık bir şehir görüntüsü var. Bu elbette bir kusur veya ayıp değil. Sadece bir tespit. Türk karakterini yüzde yüz çözdüğümü iddia edemem fakat artık tanımaya başladığımı söyleyebilirim.
Türkiye’nin Arap ülkeleriyle, ilişkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz? İkna edici düzeyde mi?
Türk-Arap ilişkisine geç kalmış ilişki demek mümkün. Türkiye, Arap coğrafyasını uzun süre uzaktan izlemeyi tercih etti. Arap Baharı’nın Türkiye’nin Arap coğrafyası ile ilişkilerinde belirleyici bir tarafı oldu. 2010-11 yıllarında ilişkiler üst seviyede ilerliyorken Mısır’daki darbe sonrası başka evreye girdi. Kuzey Afrika’yı bundan hariç tutmak gerekir. Fas, Cezayir, Tunus ve Libya’nın Türkiye ile ilişkilerinde değişimden ziyade genel itibariyle bir istikrar söz konusu. Mısır’a gelirsek, arada sorunlar bulunsa bile ilişkilerin bir şekilde normalleşmesi gerekiyor. Çünkü Mısır, göz ardı edilecek bir ülke değil. Arap dünyasında merkez ülke konumunda. Türkiye’nin Körfez bölgesiyle ilişkilerine gelirsek, Kuveyt özelinde gayet iyi.
Katar krizinde iki ülkenin arabulucu yaklaşımını biliyoruz. Körfez bölgesi bu krizi atlatabilecek mi?
2017 yılında beliren Katar krizinde Türkiye’nin oynadığı yapıcı rol gerçekten önemli. Türkiye’nin Suudi Arabistan ile ilişkileri halen iyi durumda. Burada temel konu, bu krizden nemalanmaya çalışan bazı devletlerin bulunması. Körfez bölgesinde ihtilafların çıkması ve büyümesi birilerinin işine geliyor. Krizin çıktığı ilk andan itibaren Kuveyt’in taraflar arasındaki yatıştırıcı ve uzlaştırıcı rolünü burada ayrıca belirtmek gerekiyor. Kuveyt, Katar krizinde dış politikada her zaman izlediği denge politikasını gözeterek üzerine düşeni yapmıştır, yapmaya da devam etmektedir. Bu kriz aşılabilir mi noktasına gelirsek, öncelikle sorunun 2017 yılında başlamadığını, bir evveliyatı olduğunu bilmemiz gerekiyor. 2007-2008 itibariyle Katar’ın kendisine yeni bir rota belirlediğini, yeni bir dış siyaset izlemeye başladığını görmekteyiz. Buradan itibaren sorunlar birikmeye başladı ve 2017 yılında bütün Körfez Bölgesi’ni derinden etkileyen büyük bir kriz halinde patlak verdi. Krizi doğru tanımlama noktasında Katar’dan talep edilen hususlara dikkat etmek gerekiyor. Neydi bu talepler? El Cezire televizyon kanalının kapatılması. İhvan-ı Müslimin ile ilişkilerin kesilmesi ve önde gelen isimlerin ülkeden çıkarılması. Yeri gelmişken şunu belirtmek lazım. Daha birkaç yıl önce, bir önceki Suudi Arabistan Kralı Abdullah döneminde Körfez ülkelerinin bir konfederasyon oluşturması gündeme gelmişti. Kral Abdullah bu fikri savunuyordu. Kuveyt de bu fikrin arkasındaydı. Körfez İşbirliği Teşkilatı netice olarak bir birlik oluşması için kurulmuştu. Dikkat edin, üye ülkeler arasında her bakımdan bir uyum söz konusu. Din, dil, kültür, sosyal doku tamamen aynı. Hepsi iç içe geçmiş, birbiriyle akraba toplumlar. Ve gelinen şu noktaya bakın. Aradan bir Arap Baharı geçti ve iş nerelere vardı? Bundan sonra özellikle Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin politikalarında önemli değişimler yaşandı.
Katar krizinde sorun İhvan’dı
Sorun İhvan mıydı?
Katar’ı hedef alan devletler açısından bakıldığında aynen öyle. Bu devletler İhvan-ı Müslimin’i terör hareketi olarak kabul ediyor. Fakat Kuveyt’e baktığımızda da İhvan’ın varlığını görüyoruz. İhvan hareketi parlamentoda mevcut. Siyasal ve toplumsal açıdan bir karşılığı var. Nitekim Bahreyn’de de öyle. Üstelik Bahreyn, İhvan’ı gerekçe gösterip Katar’a karşı pozisyon alan bir ülke. İhvan çizgisindeki Minber hareketi Bahreyn parlamentosunda temsil ediliyor.
Peki, burada bir çelişki yok mu?
Onlar açısından bakarsan yok. Bahreyn’deki Minber hareketi İhvan çizgisinde olsa da devlet tarafından kendi bağımsız çizgisi olan, daha ziyade toplumsal irşat ve hayır işlerine yoğunlaşmış bir hareket olarak değerlendiriliyor. Üstelik yönetime oldukça yakın bir hareket. Yani yönetimin desteğine sahip. Arap Baharı Bahreyn’i vurup ülkede çoğunluğu oluşturan Şiiler yönetime karşı ayaklandığında Minber hareketi yönetimin yanında yer alarak rejimin ayakta kalmasında büyük rol oynadı.
Geçmişte Suudi Arabistan da İhvan’ı desteklemedi mi?
Elbette. Suudi Arabistan’ın bugünkü tavrını bir kenara bırakıp geçmişe baktığımızda İhvan’a tarihte en fazla kucak açan ülke olduğunu görüyoruz. Mısır’da, Suriye’de İhvan en kötü günlerini yaşıyorken binlerce İhvan mensubu soluğu Suudi Arabistan’da aldı. 50’li yıllarda Cemal Abdünnasır idareyi ele geçirince İhvan’a ne oldu? Mısır’dan kaçtılar. Kim onları bağrına bastı? Başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkeleri. Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Bahreyn, Kuveyt. Tabi buradaki siyasi maksadı gözden kaçırmamak lazım. Arap dünyasında Nasırcı hareket yükseliyordu. Bu hareketin ülke içine nüfuz etmesini İhvan mensuplarını bünyelerine kabul etmek suretiyle engelleme hedefini güttüler. Kabul etmek lazım ki, bu denge politikasının bir ürünüydü. Ben İhvan mensubu değilim fakat objektif olmak durumundayım. İhvan hareketinin Kuveyt’te bugüne dek terör eylemine karıştığını kimse iddia edemez. İhvan mensupları arasında aşırıcı fikirlere sahip kimse de mevcut değil. Nitekim Kuveyt Emiri de İhvan çizgisindeki Islah Cemiyeti’nin toplumsal hayatta oynadığı pozitif rolün altını çizmiştir.
Her şey 11 Eylül ile başladı
Sizce sorun tam olarak ne zaman başladı?
İhvan ile Suudi Arabistan ve BAE arasındaki kopma 2001 yılındaki 11 Eylül olayları ile başladı. İlginçtir, o sıralar Mısır’daki Hüsnü Mübarek yönetimiyle pek bir sorun yaşamıyorlardı. Elbette ara soğuktu fakat neticede karşılıklı bir anlayış durumu hâkimdi. Hatta o vakitler İhvan mürşitleri “Bizimle Mübarek arasında bir sorun yok” diye açıklamalar yapıyorlardı. Sorunu kıvılcımdan yangına çeviren olay ise Arap Baharı’yla birlikte İhvan hareketinin Tunus, Fas ve Mısır’da yükselişe geçmesi oldu. Gerçi Tunus’taki hareketi İhvan olarak saymak mümkün değil.
Hem İhvan, hem değil dediniz. Bunu biraz açmak mümkün mü?
Meseleyi anlamak için Tunus’u anlamak lazım. 60’lı ve bilhassa 70’li yıllarda devlet başkanı Habib Burgiba’nın dayatmış olduğu aşırı laikçi atmosfer, o zamanki ismiyle Cemaat-ı İslamiye’yi bu aşırı laikçi ve tamamen batıcı eğitim ve kültür ortamına direnmeye sevk etmişti. Tunus’ta o zamanların Cemaat-ı İslamiyesi Seyyid Kutub, Hasan el Benna, Yusuf Karadavi ve İhvan çizgisinin sonraki üstatlarından ciddi anlamda etkilenmişlerdi. Fakat Raşid Gannuşi ve Abdulfettah Moro gibi isimler, Cemaat-i İslamiye’yi kurduktan sonra siyasi açıdan zaten yasaklı durumdaki hareketin önünde bambaşka sorunların bulunduğunu zamanla görmeye başladılar.
Nahda milli bir harekettir
Ne gibi sorunlardı bunlar?
1978 yılındaki Kara Perşembe olayını bu anlamda örnek verebiliriz. Sol siyasetin başını çektiği bir işçi ayaklanması olmuştu. Devletin uyguladığı politikaları eleştiren büyük grev ve protestolar, Cemaat-i İslamiye hareketinin bir anlamda gözünü açtı. Kendi toplumlarını pek de tanımadıklarını, Tunus’un iç dinamiklerinden ve halkın sorunlarından ne kadar uzakta olduklarını keşfettiler. Hareketin kurucusu Raşid Gannuşi bir iç eleştiriye yöneldi ve buradan önemli bir kitap çıktı: İslam devletinde temel özgürlükler. Bu kitapla birlikte Tunus’taki hareketin İhvan çizgisini aştığını düşünüyorum. Bu kitap itibariyle İhvan çizgisi, İhvan’ın savunduğu fikirler Tunus’ta gerilemeye başladı. Raşid Gannuşi ile yaptığım röportajda “Nahda’yı İhvan’a mensup bir hareket olarak değerlendirebilir miyiz?” şeklinde net bir soru yöneltmiştim. Bana verdiği cevap da aynı netlikte olmuştu: “Tunus’a giren her şey Tunuslu olmak durumunda.” Bakın, burası mühim. Demek istiyor ki bu ülkenin kendi gerçekliği, kendine has koşulları var. Vatansever, milli bir çizgidir bu. Nitekim yine hareketin kurucularından Abdülfettah Moro da El Cezire televizyonunda Ahmed Mansur ile yaptığı bir söyleşide kendisine sorulan “İhvan hareketine bey’at ettiniz mi, bağlılık bildirdiniz mi?” şeklinde gelen soruya net olarak “Kesinlikle böyle bir şey söz konusu olmamıştır” cevabını vermişti. Nitekim Nahda hareketi bugün Tunus’un toplumsal gerçekliğine uygun, yerli dinamikleri önceleyen fikir ve projeler üretmektedir. Siyaset bilimi terminolojisiyle konuşursak, Nahda hareketi Siyasal İslam çizgisinden Müslüman Demokrat çizgiye intikal etmiş bir harekettir diyebiliriz.
***
Aşırı akımlar Seyyid Kutub’u yanlış anladı
İhvan deyince Nahda’dan El Kaide ve DEAŞ’a, birbirine taban tabana zıt, geniş bir yelpazeyi etkileyen bir akımdan bahis geçiyor. Bu, biraz tuhaf değil mi?
DEAŞ’ın manifestosu diyeceğimiz bir kitap var. Yazarı Ebu Bekir Naci. İsmi, “Vahşetin yönetimi”. Devlet yönetiminin nasıl olacağından, siyasi ve ekonomik yapıdan bahseden bir eser. Bu kitaptaki fikirlerin ilk bakışta Seyyid Kutub’un fikirlerine yakın durduğunu söylemek rahatlıkla mümkün. Aşırı akımların Seyyid Kutub’un kitaplarından beslendiği gerçeğini elbette inkâr etmiyoruz. Fakat şöyle bir durum var. Bu kitaplar üzerine uzmanlaşmış isimler, DEAŞ’ın ve diğer aşırı akımların sandığı gibi Seyyid Kutub’un bütün bir toplumu küfürle itham etmediği noktasında birleşiyor. Bir kitabı yazıldığı bağlamdan koparıp kendi bağlamında yorumlama yanlışı diyoruz buna. Yazarın psikolojisinden ve içinden geçilen zamanın koşullarından habersiz, derinliksiz, sığ okuma tarzının yol açtığı sorunlar bunlar. Bütün aşırılıkların temelinde bu sığ okuma tarzını görmek mümkün. Yoldaki İşaretler kitabını ele alalım. Seyyid Kutub bu kitabı zindanda iken kaleme aldı ve idamı da bu kitap yüzünden oldu. Ayrıca İhvan demek sadece Seyyid Kutub demek değil. Onun öncesinde yazılan eserler mevcut. Hasan el Benna’nın eserlerini nereye koyacağız örneğin?
Hamas’ta da sorgulama süreci başladı
Seyyid Kutub’un İhvan hareketine katılma tarihi de geç zaten. 1953 yılında devrimle, devrimin liderleriyle, Cemal Abdünnasır’la ayrılığa düşünce İhvan’a dâhil oluyor. Diğer taraftan Tunus’taki Nahda’dan Fas’taki Adalet ve Tenmiye’ye hatta daha yakın zamanda Hamas’a dek uzanan başka bir çizgi var. Hamas içerisinde de kendini sorgulama dönemi başlamış görünüyor.
İslamcılık bitti, bitecek diyenler var. İslamcılığın geleceğine dair ne söylemek istersiniz?
İslamcılık, toplumsal tabanı olan bir hareket olarak her halükarda varlığını sürdürecek. Mesele varoluştan ziyade keyfiyet meselesi. Bu da konjonktürü, uluslararası ilişkileri ve yerel dinamikleri iyi okuyabilmekle alakalı bir durum. Temel değerleri muhafaza etmek kaydıyla yeni siyaset biçimleri geliştirebilmek önemli. Hızla değişen günümüz dünyasında sabit fikirli yaklaşımların gerilemesi kaçınılmaz görünüyor.