Sünneti devreden çıkarırsak, sıra Kuran-ı Kerim’e gelir

Ramazan ayının teşrifini Prof. Dr. Raşit Küçük’le konuştuk. Ramazan ayının Hazreti Peygamber’in (SAV) sünneti ışığında, ibaret, cömertlik ve ahlak çerçevesinde geçmesi gerektiğini söyleyen Prof. Dr. Küçük, ‘Kuran Müslümanlığı’ tabirini de eleştiriyor. “Bu iddia İslam’ı noksanlaştırıcıdır. Sünneti devreden çıkardıktan sonra sıranın Kuran’a geleceği de bilinmeli” diyor, İslam tarihi boyunca sapmaların başında hep bir âlim bulunduğunu hatırlatıyor.

Bir Müslüman hadislerle, sünnetler ışığında Ramazanı nasıl geçirir?

Ramazan ayı, orucun farz olduğu bir ay ve bu Kuran-ı Kerim’le sabit olan bir hüküm. Cenab-ı Hak Kuran-ı Kerim’le bu ayda orucu farz kıldığını çok açık ayetlerle beyan bulunuyor ve bu bir ay süreli bir farzdır. Arabi aylara göre olduğu için -Kameri diyoruz biz buna-, senenin her mevsimini dönen bir özellik taşır. O yüzden bir insan hayatı boyunca senenin her gününde oruç tutar. Oruç her mevsim tuttuğumuz bir ibadettir. Resulü Ekrem (SAV) ve Ashabı Kiram Ramazan ayına çok büyük bir önem vermişlerdir. Hatta Peygamber Efendimiz üç aylara girdiği zaman diğer zamanlara göre ibadetlerini arttırmaya başlar, ayrıca bu aylarda oruç da tutmaya başlar. Fakat Peygamberimizin bu ayların tamamını oruçla geçirdiği sabit değildir. Şimdi toplumumuzda sanki peygamberimiz o aylarda da oruç tutarmış gibi bir anlayış var. Böyle değil. Bazı günlerinde tuttuğu vaki ama tamamında oruç tutmuş değil. Bu aylarda bir insanın üç ay süreyle oruç tutması bir fazilettir ama bu bir sünnet değildir. Resulü Ekrem Efendimiz Ramazan’a yakın Şaban ayında daha çok oruç tutmaya başlamış. Biz buradan Ramazan’a hem madden hem manen hazırladığını anlıyoruz. Oruç aynı zamanda bir dayanma gücüdür. Hadis-i şeriflerde ‘oruç bir kalkandır’ buyuruyor Peygamberimiz. Neye karşı kalkan? Günahlara, kötülüklere, açlığa, susuzluğa karşı dayanma gücü, sabır. Orucun içinde böyle özellikler olduğunu biz Peygamber Efendimizin hadislerinden anlıyoruz.

Orucu Kuran-ı Kerim’den öğreniyor, adabını Hz. Peygamber Efendimizden alıyoruz yani?

Evet. Ayrıca, aile çevresini buna teşvik ettiğine ve aile çevresinde oruç mevsiminin nasıl geçirildiğine dair bilgilere sahibiz. Peygamber Efendimizin eşlerinin de kendisi gibi oruca ne kadar önem verdiğini, Ramazan-ı Şerif’e ne kadar önem verdiğini, Ramazan mevsiminde ibadetlerini diğer aylara göre ne kadar arttırdıklarını Ramazan-ı Şerif’in kendine has olan teravih namazlarını kıldıklarını, Peygamber Efendimizin sünnetinden öğreniyoruz. Yine Resullullah Efendimiz’in (sav) bu ayı bir Kuran-ı Kerim ayı olarak geçirdiğini de biliyoruz. Çünkü her yıl Ramazan ayında Cebrail (as) Peygamber Efendimize o zamana kadar inmiş olan Kuran ayetlerini getiriyor, karşılıklı okuyorlar. Buna mukabele diyoruz. Mukabele âdeti de buradan gelir. Cebrail Aleyhisselam’la Peygamber Efendimiz’in arasındaki adetten ümmete miras kalmıştır. Çok önemli bir adettir. Hatta Resulü Ekrem’in hayatının son Ramazan’ında bu mukabeleyi iki defa yaptıklarını da biliyoruz. Dolayısıyla Ramazan ayı aynı zamanda bir Kuran ayıdır. İnsanların sadece yemekten içmekten değil, birçok nefsi arzulardan da kendilerini alıkoydukları ve bunlara karşı sabırlı davrandıkları bir aydır.

Zekat fakirin hakkıdır

Hem maddi hem manevi bir manada oruç tutulan bir ay aslında.

Bu ay ayrıca yememizi içmemizi çok dengede tutmamız gereken bir ay oluyor. Çünkü biz Resulü Ekrem Efendimizin ve sahabeyi kiramın ne kadar az yemeyle oruç tuttuklarını, ne kadar az yemekle iftar ettiklerini de biliyoruz. Bu ay aynı zamanda bir tutumluluk ve elinde olanı başkasıyla paylaşma ayıdır. İsraf ayı değildir. Dolayısıyla bu ayda ikramların yapılması ama bu ikramların zenginlerin zenginlere ikram etmesi gibi değil, gerçekten ihtiyaç sahiplerine iftar ettirilmesi çok büyük bir fazilettir. Toplumumuzda bu son dönemlerde ihdas olunan toplu iftar merasimleri, belediyelerin bu yöndeki gayretleri hiç yadırganacak türden şeyler değil. Bunları İslam toplumumuzun tezahürü olarak görüyorum. Bir İslam bilinci olarak çok güzel. Bunun ötesinde, zekâtını, sadakasını insanlar bu ayda vermeli ama bunları yaparken bir gösteri şeklinde olmamalı. Fakirlerin onurlarını koruyarak yapmalı. Rencide etmeden verebilmeliler. Bunu çok önemsiyorum çünkü herkes isteyemez. İstemek en zor şeydir, zaten tavsiye edilen de bir şey değildir ama ihtiyaç sahiplerini bulup onlara zekât vermek, sadaka vermek bunlar çok önemlidir. Bunlar Resullulah (SAV) Efendimizin bizlere bıraktığı mirastır. Onun için bunları önemsememiz gerektiği kanaatindeyim.

Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez Hoca’yla yaptığımız röportajda, Hoca, son yıllarda Ramazan’a gösterilen hürmetin arttığından bahsetmişti. Bu tespite katılıyor musunuz?

Çoğalması, azalmasından ziyade, Müslüman toplum hakikaten Ramazan ayını Ramazan ayına layık biçimde geçirebiliyor mu? Şunu özellikle belirtmek isterim, eskiye göre böyledir diye yetinmek uygun değildir. Müslümanım deyip gücü yettiği halde oruç tutmamak büyük bir günahtır, bunu niçin söylüyorum, çünkü Allah (CC) Kitab-ı Mübin’inde diyor ki, “Sizden kim bu aya kavuşur, bu aya ulaşır, bu ayda bulunursa, orucunu tutsun.” Ama istisna da koyuyor: Kim hasta olur veya seferde bulunursa, tutamadığı günler müddetince bunu kaza eder. Orucun kuralı bu. Oruç tutamayan olabilir, tutmayan da oluyor. Bir defa bir ibadet farz ise, bu ibadeti yapmamamın büyük bir günah olduğunu her Müslümanın bilmesi gerekir, bilir. Bu gibi bilgisizlikler affedilmez İslam’da. İlmihal bilgisi dediğimiz herkesin bilmesi gereken hususlardır. Bazı Müslüman kardeşlerimiz bunları ciddiye almıyor. Orucu ciddiye almayan olabiliyor, namazı ciddiye almayan olabiliyor. Üzerinde zekât borcu olan bir insan bunu vermeyebiliyor. Hacca gitmesi mümkünken, buna niyetlenmeyebiliyor ama bir defa bunların güç yeterken yapılmamasının günah olduğunun bilinmesi lazım. Oruç tutmayanların veya tutamayanların İslam toplumunda tutanlara saygılı davranması lazım. Aleni oruç yemek hoş görülmeyen bir şeydir İslam toplumunda. İster hasta olsun, ister seferi olsun. Onu aleni yapması uygun görülmez. Bu İslam adabına aykırı bir şeydir. Veyahut zekât vermemesi bu bir Müslüman için doğrusu kabul edilebilir bir şey değildir. Çünkü zekât fakirin hakkıdır. Zekât verilmemesi büyük bir vebaldir. Bunu vermemek bir insanın cebinden parasını çalmakla eşdeğer bir hırsızlıktır. Bunların hikmeti de sosyal dengeyi sağlamak, toplumda huzuru yaygınlaştırmaktır. Zekât veren bir zengin, kendi toplumu sayesinde zengin olmuş bir insandır. İçinde bulunduğu topluma karşı bir görevdir bu. O zaman zengine karşı düşmanlık ortadan kalkar. Sevgi, saygı artar. Oruçlu olan insanlar kötü söz söylemekten kendilerini alıkoyarlar. Bu orucun insanı terbiye etmesidir. Bir takım zorluklara karşı tahammül etmeyi, sabretmeyi, dayanıklı olmayı öğretir. Bu bizim şahsi olarak olgunlaşmamıza, yetişmemize katkı sağlar. Bizim toplumumuzda oruç tutanların sayısının artması bizi sevindirir. Oruç tutanların çoğalması, zekât verenlerin çoğalması, İslami bir hayat tarzını benimseyenlerin çoğalması, hem kişilerin gelişmesine hem toplumun düzenli bir hale gelmesine büyük bir katkı sağlar.

Kuran Müslümanlığı tabiri sapmadır

Son zamanlarda “Kuran Müslümanlığı” meselesi çok tartışılıyor. Hadisler ve sünnetler Müslümanlar için ne ifade ediyor?

Bunlar doğrusu kadim dönemde de yaşanmış olgulardır. Ta Hicri ikinci asırda bunun başlangıcını görürüz. Fakat bu tarz davranışlar aynı zamanda bir sapmanın, İslam’dan inhirafın, ona arka dönmenin başlangıcı kabul edilmiştir. Çünkü Kuran-ı Kerim’in onlarca ayeti büyük imam Ahmed Bin Hanbeli diyor ki, “Kuran-ı Kerim’in otuzun üzerinde ayetinde Resullullah’a itaati gördüm. Şimdi Resulullah’a itaate ve Kuran-ı Kerim’in Resullullah’ı anlatışına baktığımız zaman, bir defa Kuran ve sünnet birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Bu bütün İslam âlimleri tarafından, bütün İslam mezhepleri tarafından kabul edilmiş bir gerçektir. Hatta bu mezhepler sadece Sünni mezheplerle sınırlı değildir. Sapkın olmayan, İslam dairesi dışına çıkmayan, delalet fırkası olmayan mezhepler de sünneti kabul eder. Ayrımlar olabilir ama neticede kabul önemlidir. Dolayısıyla Kuran Müslümanlığı sözü, İslam’da bir noksanlaştırmadır. Benim âcizane kanaatim kabul edilebilir de bir şey değildir. İkinci asırdan sonra tarihin çöp kutusuna atılmışken, İngiliz işgali sırasında Hindistan’da tekrar ortaya çıkarılmış bir düşüncedir ve onun müntesipleri olmuştur. Kuran ve sünnet birbirini tamamlayan iki unsurdur. Çünkü Resulü Ekrem (SAV) Efendimizin hayatının Kuran olduğunu, bizzat sahabeyi kirama, Peygamberimizin eşleri söylüyor. Hazreti Aişe Validemize sahabeyi kiramdan gelip sorduklarında, “Peygamberin ahlakı yaşama tarzı nasıldı bize anlatır mısın” diye, “Siz Kuran okumuyor musunuz?” diye soruyor onlara. Peygamberin ahlakı Kuran’dan ibaretti. Demek ki, sünnet Kuran’ın hayat haline gelmiş şeklidir. Onun için bunun ihmali söz konusu değildir. Bir takım uydurma rivayetleri bahane ederek böyle şeyler söylemek de hem ilmi değildir hem dini değildir hem ahlaki değildir. Bir takım hadislerin uydurulduğunu söyleyenler de hadis âlimleridir. Onları ortaya çıkaranlar da onlardır. Sahih olanları ayıranlar da onlardır. Dolayısıyla Kuran Müslümanlığı diye bir söz İslam’ın reel haline uygun değildir. Tam aksine İslam’ı noksanlaştırıcıdır. Daha da ilerisi, sünneti devreden çıkardıktan sonra sıranın Kuran’a geleceği de bilinmeli. Çünkü tarihte de böyle olmuştur. Sünnet önce reddedilir. Arkasından “Kuran’ın ayetleri de olur mu olmaz mı tezatlı mı değil mi?” diye ortaya konur. Kuran’ı tefsir edeceksek, yine Kuran’la ederiz.

Kuran’ı Kuran’la tefsir etmeyi biraz açar mısınız?

Bir ayeti bir sonraki ayetle açıklayamayız. Onlarca süre sonra gelen bir ayet olabilir, nitekim öyledir. O yüzden İslam âlimleri Kuran’ın önce Kuran’la tefsirini, sonra sünnetle tefsirini yapmışlardır. Zaten tefsir demek aslında Kuran’ın Kuran’la, Kuran’ın sünnetle açıklanması demektir. Onun içine insan aklı girerse, onun adı tevildir. Ama bu tevilin makbul ve makul olması için de Kuran’ın Kuran’la, Kuran’ın sünnetle açıklanmasının esas alınması gerekir. Çünkü bu Allah’tan gelmiş olan vahiydir ve sünneti seniye de Kuran’ın hayata geçen şeklidir. Kuran-ı Kerim’de haşa bir noksan yoktur ama sünnet Kuran’ı açıklar. Çünkü Peygamber Efendimize Kuran’ı açıklama yetkisi Allah tarafından verilmiştir. Yine Peygamberimize itaat Allah tarafından emredilmiştir. Dolayısıyla sünneti, hadisleri devreden çıkarmak, haşa Peygamberin yerine birilerinin kendini koyup Kuran’ı ona göre aklınca yorumlaması demektir ki, o zaman Kuran bir felsefe kitabı gibi olur. İbadetlerimizde birlik olmaz. Oysa bugün yeryüzünün neresine gitsek aynı namazı kılıyoruz. Her yerde namaz aynı, oruç aynı, zekâtın miktarı aynı. Sünneti dikkate almadığımızda nasıl namaz kılacağız? Allah’ın Resulü buyuruyor ki, “Cebrail bana namaz kılmayı öğretti, bana imam oldu, ben de size onun kıldırdığı gibi namaz kıldırıyorum.” Ve ümmete beni nasıl namaz kılarken görüyorsanız siz de öyle kılın diye emrediyor.

Hazreti Peygamber Efendimizin hayatı da Kuran-ı Kerim’in bir yansıması değil mi?

Bir kısım ulema diyor ki, sünnetin bir kısmı vardır ki, vahiydir. Hakikaten vahiydir. Mesela cennet cehennem tasvirleri, mesela ahirete ait bilgiler, bir takım gayba ait bilgiler. Bunları bir insanın akılla bilmesi mümkün değildir. Bunlar tabii ki vahiy eseridir. Kuran nasıl vahyolunmuşsa, sünnetin de bir bölümü vahyolunmuştur diyorlar. Ve bunların delillerini de getiriyorlar. Ne var ki biz sünnet vahiydir demiyoruz. Ama vahyin eseridir. Allah-ü Teala’nın kendisine bildirdiğini, Peygamberin diliyle aktarmasıdır bazı hadisler. Zaten onlara kutsi hadis de diyoruz. Dolayısıyla Peygamberi sıradan bir inan olarak görmek doğru değil. Muhammed bir beşerdir ama her insan gibi değil. Yakut taşlar arasında nasılsa, peygamber de insanlar arasında öyledir. Peygamberin hukukuna riayet etmek diye bir şey var. Adını andığımızda salatü selam getirmemiz tavsiye ediliyor.

***

Sapkınlıkların başında hep bir âlim olur

Sünnet tatbikini nasıl öğrenebiliriz?

İslam o kadar açık ve berrak ki, özellikle bugünümüzde Arapça bilmeye de gerek yok herkes için. Yüzlerce binlerce kitap bize İslam’ı anlatıyor. Türkçede de zengin bir literatür oluştu. Telif olan kitaplar, sahih bilgi kaynağı olan eserler, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ciddi kitapları, bunlar İslam’ı doğru öğreten eserlerdir. Benim tavsiyem bir defa bütün Müslümanlar üzerlerine farz olan inanç esaslarını mutlaka bilmeliler. Sapmaları önler, sapmış olanların sapkınlıklarını da anlar. Türkiye’deki en büyük noksanlardan biri budur. Bir takım insanlar çevresine cemaat topluyor, bakıyorsunuz, orada bir sapkınlık oluşuyor. Tarih boyunca sapmaların başında hep âlim kılıklı biri olmuştur. Sapmış dediğimiz mezhepler veya görüşler bir âlimin eliyle başlamıştır. Buna çok dikkat etmek lazım. Ehl-i sünnetin esaslarını öğreten kitapları iyi okumak lazım. Farz ibadetlerinin temel bilgilerini çok iyi okumak lazım. İslam’ın ahlak kurallarını çok iyi öğrenmek lazım. Demek ki, itikat, amel ve ahlak çok önemli. Ahmet Hamdi Akseki’nin İslam Dini kitabı, başta inanç esaslarını, sonra ibadetlerimizi anlatır. Ömer Nasuhi Bilmen’in ilmihali, ayrıca Diyanet İşleri tarafından çıkartılan ilmihallerden Müslüman kardeşlerimizin dinlerini okuyup öğrenmelerini ve hiç değilse ciddi bir vaaz meclisinde nasihat dinlemelerini tavsiye ederim. O da çok önemlidir. Ramazan-ı Şerif’te bu okumalara başlanmasını tavsiye ederim. Kuran-ı Kerim, tefsiri, bir hadis kitabını. Riyazüs Salihin’in tercümesi ve şerhini aile meclislerinde, sohbet meclislerinde insanlar okuyabilirler. Bu kitap İmam Nebevi’nin seçtiği çok ayet ve hadislerden oluşur. Siyer okumak da çok önemlidir. Muhammed Hamidullah’ın İslam Peygamberi eserini tavsiye ederim.

Benzer konular