Orada bir ailemiz var uzaklarda

TRT Belgesel kanalının yeni yapımlarından “Aile Olmak”, mazlum coğrafyalarda bütün imkansızlıklara rağmen aile kurumunu ayakta tutmak için mücadele eden annelerin, babaların ve çocukların etkileyici hikayesini ekrana getiriyor. Yönetmenliğini Emre Karapınar’ın, metin yazarlığını ise Abdullah Kibritçi’nin yaptığı belgeselde, batının sömürgeci bakışlarından kurtulup, Afrika’yı veya Ortadoğu’yu bütün hakikatiyle görmemize imkan sağlıyor. Abdullah Kibritçi ve Emre Karapınar’la bu değerli belgesel üzerine konuştuk. Kibritçi, “Bu belgesel bir nebze de olsa kendi gözlerimizle görmeye, kendi aklımızla düşünmeye ve kendi dilimizle anlatmaya imkan verdi” derken, Karapınar, evlerine gelip kendi çocuklarına sarıldıklarında akıllarına o çocukların hikayesi geldiğini ve bunlarla yaşadıklarını ifade ediyor. “Bizim için bu durum, belgeselden başka bir şeye dönüştü artık” diyerek sadece çekim yapmadıklarını, oradaki insanların dertleriyle dertlendiklerini, sorumluluklarını omuzlarında hissettiklerini anlatıyor.

“Aile Olmak” belgesel projesi nasıl ortaya çıktı?

Annemle babam ben 10 yaşındayken ayrılmışlardı. Bunun bende açtığı yaralar var. Mesela aile sofraları, belgesellerimin olmazsa olmazı. Çünkü eksikliğini hissettiğim bir şey. Avrupa’da bir süre yaşadığım için oradaki çocukların aile ortamından mahrum büyüdüklerine şahit oldum. Aile için sevginin, merhametin kaynağı diyoruz ya, sevgiden mahrum yetişmiş bir insan Afganistan’a Irak’a gittiğinde neler yapabilir tahayyül bile edemeyiz, ki zaten gördük. Biz de aile kavramını güçlendirmek için yola çıktık. Eğer aile güçlü olursa, merhamet yaygınlaşır ve dünyadaki bu zulümler azalır. Avrupa’nın yaşadığı bireyselleşmenin bedelini Ortadoğu ve Afrika olmak üzere bütün dünya ödüyor. Bu bağlamları düşününce, “aile olmak” belgeseli yapmak aklıma geldi. Mazlumların yaşadığı coğrafyada bütün imkansızlıklara rağmen insanlar beraberler. Bütün o imkansızlıklara rağmen güç aldıkları yer “aile”. Tekrar ayağa kalkacaklarsa bu aile kurumunu korudukları için kalkacaklar.

Belgeseli çekerken mutlaka bir takım güçlüklerle karşılaşmışsınızdır. Sizi en çok zorlayan şey ne oldu?

Biz coğrafyaya ilk etapta belgeselci olarak gitmiyoruz, bütün sıfatlarımızdan sıyrılarak sadece insan ve Müslüman olarak gittiğimiz için, o insanların hali bizi zorluyordu. Sınır kapısının ne demek olduğunu ben Suriye’de anladım. Sınırın bir tarafında kendinizi inanılmaz güvende hissediyorsunuz, diğer tarafı savaş ortamı. İki sene önce belgeselin “Fida” bölümünü çektiğimiz okulun müdürü, geçen sene bir bombalamada şehit oldu. Biz dönüp memleketlerimize geliyoruz ama onlar savaş ortamında yaşamaya devam ediyor. Belgesel çekimleri bittiğinde, rahatlayarak dönmüyoruz. Daha büyük bir sorumlulukla dönüyoruz. Bizi en çok zorlayan konu burası. Yoksa diğer teknik meselelerin zorluğunu konuşmak abes olur. “Rağmen” diye bir belgesel çekmiştim Suriye’de. Üç karakterin hikayesi vardı, anne, baba ve çocuk. TRT belgesel ödüllerinde ödül almıştı. Oradaki “anne” karakteri beni o kadar etkilemişti ki, bir yıl kadar kendimi toparlayamadım. Şimdi yarışmada ödül almamıza nasıl sevineyim? O insanlar hala orada yaşıyorlar. Ödül töreninde, “Keşke bu savaşlar olmasaydı, biz de bu belgeseli çekmeseydik ve buraya gelip bu ödülü almasaydık” demiştim. İşin en zor kısmı bu.

YA BENİM ÇOCUĞUM OLSAYDI

Anlattığınız veya anlatamadığınız hikayelerden sizi en çok etkileyen hangisi olmuştu?

Hepsinin bizde bıraktığı derin yaralar var. Ayrıca her hikayede kendimizden mutlaka bir parça buluyoruz. Pirinç teraslarında yaşayan çocuğun ilk karnesini annesine gösterme hayalini ben bizzat yaşadığım için, kendimden bir parça buldum. Onunki daha travmatik ama ben de annemi 4 sene hiç görmemiştim. O çocuğun annesiz büyümesine neden olan şeyleri irdeliyorsunuz o zaman. Benim de çocuğum var. “Ya bu çocuğun yerinde benim çocuğum olsaydı” sorgulaması içerisine giriyorsunuz. Benim çocuğum olmadığı için rahatlamam mı gerekiyor? Evime gelip çocuğuma sarıldığımda, hikayesini anlattığımız veya bildiğimiz ama hikayesini anlatamadığımız nice çocuklar aklımıza geliyor. O çocukların dini, dili, ırkı ne olursa olsun, bizim omuzlarımıza yük. Bunlarla yaşıyoruz artık. Bizim için bu durum, belgeselden başka bir şeye dönüştü artık.

KALBİ KIRIK ÇOCUKLAR BU DÜNYAYI DEĞİŞTİRECEK

Belgeselerin hikayelerini bularak mı gittiniz, yoksa gittiğiniz bölgelerde mi hikaye aradınız?

“Biz bu sözümüzü en iyi nerde söyleyebiliriz?” sorusunu sorarak başlıyoruz öncelikle. Daha sonra bölgeyi belirliyor, bölgeye gittiğimizdeyse en uygun hikayeyi arıyoruz. Bu da ciddi anlamda sürecin uzamasına sebep oluyor. Mesela Vietnam’da bir bölüm çekmek istedik ama olmadı. İsteğimizin sebebi de, Vietnam portakal gazı yüzünden dünyada en fazla sakat nüfusun olduğu ülke. Bu savaştan etkilenmiş bir aile bulursak, hem bir aileyi anlatmış oluruz hem de buna sebep olan Amerika ve kapitalizm eleştirisi yapmış oluruz diye düşünmüştük.
Filipinlerdeki Pirinç Terasları turistlerin çok gittiği bir yer, öte yandan Filipinler dünyada en fazla işçi göçü veren ülke. Turizmin yoğun olarak yaşandığı bir bölgede, köylülerin yaşadığı hayat ve yaşadıkları sıkıntı kimsenin umurunda değil. Biz o umursanmayan hayatları ekrana getiriyoruz. Bölge seçimlerimizin bir felsefi alt yapısı, bir mantığı ve meselesi var. Rast gele bir yere gitmiyoruz.
Bölgeyi seçerken bize sunacağı görsel imkanı dikkate alsak da, manzarayı malzeme olarak kullanıyoruz. Asıl mevzu, oradaki insan. Görsel bir şaşayla belgesele giriyoruz ama finalinde “Belki de kalbi kırık çocuklar bu dünyayı değiştirecek” diye bitiriyoruz. Sosyal medyada yaptığımız gözlemde herkesin bu cümleyi paylaştığını gördük. Kimse pirinç teraslarındaki o etkileyici görselliği dikkate almamış. Bu bizim istediğimiz bir şeydi. Elhamdülillah bunu kısmen gerçekleştirdiğimizi düşünüyorum.

“MUTLU SON” YAŞATMIYORUZ

Belgesel çekiminde dikkat ettiğiniz hususlar neler?

Belgesellerimizde güçlü ve mücadeleci karakterler kullandığımız için ajitasyon yapmıyoruz. Ancak bunun yanı sıra “mutlu son” da yaşatmak istemiyoruz izleyiciye. “Mutlu son” sorumluluk almamızı engelliyor. Pirinç teraslarındaki çocuk annesine internet üzerinden karnesini gösterme mutluluğuna erişti, ama gerçek anlamda annesine kavuşamadı. Bu küçük bir mutluluk. İzleyiciye o çocuğun annesine kavuşması gerektiği fikrini vermek istiyoruz.
Afrika’da çok güzel turistlik bölgeler de var. Biz o bölgelerde bile haksızlığın, adaletsizliğin, problemin olduğu yerlere gidiyoruz. Zanzibar yazınca veya Maldivler yazınca göreceğiniz şey, sadece deniz, kumsal, palmiyeler, sahilde güneşlenen Avrupalı turistler. Ama oranın hakikati bu değil ki. Bir de kadrajın arka kısmı var.
Bizim Zanzibar’da çektiğimiz hikaye, Hilton’un arkasında geçiyor. Sahilde oteller günlük 3 yüz, 5 yüz dolarken, bu otellerin arkasında susuzluk ve açlık var. Çelişki bu kadar birbirine yakın. Bütün bunları kameraya nasıl yansıtacağımız da dikkat ettiğimiz hususlardandı.

 

Benzer konular