Güray Süngü romanlarını okurken istemsizce gülümsediğine, hatta kahkaha attığına şahit olursunuz insanların. Oysa hüzünlü ve karamsar karakterleri vardır Süngü’nün. Belki de mizah, okurunu değil de karakterini rahatlatmanın yöntemidir. İz Yayıncılık’tan çıkan yeni kitabı “İbrahim’in Kaybettiğini Bulmasıdır”la yine farklı bir yolculuğa çıkartıyor bizi. Bir arayışın mı, buluşun mu, yoksa yolda olmanın romanı mı, okuyucu karar verecek buna. Güray Süngü’yle son romanı üzerine sohbet ederken, ruh dünyasına da dokunduk. Romanda geçen “Zeki insanlar mutsuzdur” sorusuna “Ne kadar akıllı insan gördüysem, genelde mutsuzdular. Mutsuz da demeyeyim, inceden hayatlarına zulmeden bir huzursuzlukları vardı. Boş beleş mutluluklar boş beleş insanların işi” şeklinde cevap veren Süngü, iyi insanların da kendisini yorgun hissettiğini söylüyor.
-İbrahim neyi kaybetti de aramaya çıktı? İnsan neyi kaybeder ve kaybettiğini nasıl anlar? Anlar mı?
İbrahim’in neyi kaybedip de aramaya çıktığını söyleyemem doğal olarak. Bunu söyleyebilmek için yazdım bu romanı. Çok kolay olurdu birkaç cümle ile ifade etmek. İnsanın neyi kaybettiği ise konuşmak için daha mümkün. Roman dışından konuşmak mümkün olacağı için daha mümkün. İnsan pek çok şeyi kaybeder de pek çok şeyi bulur da ama insan önce kendini kaybeder. Biz azıcık aklı basanlar olarak bir köşeden böylelerine kayboldu deriz ya. Kaybetti kendini, kayboldu hayat içinde. Öyle diyerek biz de kayboluruz ya. Nasıl anlarız, kayıpken anlamayız muhtemelen, çok dibe, uca bucağa doğruysak anlarız belki. Nefes alamamaya başlayınca. Ya da bir ışık görünce anlarız. Işık bende sanat. Bir kitap okuruz ve hayatımız değişmez. Ama bir kitap okuruz ve bir tuhaflık olduğunu anlarız. O tuhaflığı fark eden biri olarak etrafa baktığımız her an, aramaya, bulmaya, uyanmaya dairdir.
-İbrahim kaybettiğini ararken aslında tasavvufun merhalelerinden mi geçti? Kayboluş, arayış, bilim, hikmet, hayret ediş, akıl, kalp, buluş ve sükûnet. Hepsi iç dengelerimizle mi alakalı?
Ben pek bilmiyorum böyle şeyleri. Planlı bir şey yapmadım. Nefsin yedi mertebesi, insanı kamile giden yol filan diye mesela kurgulasaydım hem yazması daha kolay olurdu, hem de alıcısı daha çok olurdu. Bir formüle göre yazılacak şey kabuğa dair olur. Yığınlar zaten bu kabuğa bakıp “çok derin” derler. Bu, “çok derin” kelimesine bakıp çok derin demek gibidir. Oysa “çok derin” ifadesi çok derini anlatmaz, “mavisi koyu” ifadesi derini anlatır. Ama derin olana. Yani ben hoşlanmıyorum bu işlerden. İzlek çıkarmadım. O İbrahim’in derdiydi, dünyasıydı. İbrahim’in bir şey bulduysa bulmasına yarayan bütün o şeyler, belki başka birisinin kaybolmasına sebep olur.
KALBİMDE BİR AĞIRLIKLA BAŞLIYORUM ROMANA
-İnsan akılla mı bulur, kalple mi, yoksa neyi aradığına mı bağlı?
Kızacaksın ama buna da bilmiyorum, ne bileyim ben derim. Aslında elbette kendime göre bir cevabım var, mesela kalple bulur akılla tartar, akılla tartınca yanlışlığını görür ama kalbi doğruluğuna inanır, inanınca da yürür, diyeceğim, ama çok büyük bir soru bu ve bu soruya kafadan şöyledir diye cevap vermek, ben bilgeyim demek de demektir ki, bu da benim için çok korkunç bir şey olur. Elbette ne bulacağımız ne aradığımızla alakalıdır, ama bazen bulduğumuz hiç aramadığımız bir şeydir ki çoğunlukla insan aradığının uzağına düşer de düştüğü uzak kendine başka bir şey buldurur, o bulma ile ben aslında yanlışı arıyormuşum der filan.
-Bu romanı nasıl bir ruh halinde yazdığını merak ettim…
Başlamam ile bitirmem arasında üç dört yıl var. Nasıl bir ruh hali? Mutlu olduğum anlar çoktu bu romanı yazdığım sıralarda. Mutsuz olduğum anlar da çoktu. Ama ortalamasını alırsak, duygu durumunun ortalaması alınmaz tabii. Ne diyeyim o halde? Diğer romanlardan farklı değil. Ben çok büyük haz alıyorum roman yazarken. Öykü yazarken alınan haz, bunun yanına bile yaklaşamaz mesela. Kocaman bir şey yani. Üç yıl, az mı? Parça parça, an an, inşa edilen bir şey. Kalbimde bir ağırlıkla başlıyorum, bu romana da öyle başladım. Yazdıkça ağırlık hafifledi. İyi bir yere doğru gittiğini hissettiğin müddetçe hafifliyor. Yanlış yola girince, ağırlık yeniden artmaya başlıyor. El yordamı, sezgi, deha, neyse işte, yine buluyorsun kendi çapınca izleği, roman devam ediyor, devam edince ağırlık azalıyor. Bitince de hafifsin artık. Hep böyle oluyor. Bu romanda da öyle oldu.
-Bulmak için yüklerinden kurtulmak mı lazım? Yük dediğimiz şey dünyada değer verdiğimiz, vazgeçemediğimiz şeylerse, aramaya çıkan kişi yüklerinden kurtulmaya hazır mıdır bir nevi?
Öyle olduğunu zannetmiyorum. Kafka “huzur mu istiyorsun, az insan, az eşya” diyor. Hoca Nasreddin’in fıkrası “Ye Kürküm Ye”. Dünya ayağına bağdır insanın. Bunları herkes bilir. Ama kim, neyi kaybetmeyi göze alır. Kurban bayramlarında “paylaştığın senindir” diye kampanyalar yapılır. Yani yineliyorum bunları herkes bilir. Veren el alan elden üstündür. Evet. Ama dünya, açları değil zenginleri doyuramadığımız için bu halde. Bu sebeple hikayeye ihtiyacım var. Dünyadan, maldan mülkten yani romanda söylemeye çalıştığım bir şeylerden burada bahsetmek istemem, işe yaramaz çünkü. Çünkü kimsenin bilmediği bir şey söyleyecek değilim. Ama onlara bir hikaye anlatabilirim.
O GÜN BUGÜN HUZURUM YOKTUR
-Kelimelerle niye bu kadar oynuyorsun yazarken. Kelimeler albayım, bazı anlamlara gelmiyor mu yoksa?
Kendi duygularımla oynuyorumdur ya da kendi kalbimle, aklımla oyunlar oynuyorumdur olsa olsa. Kelimeler her anlama gelir. Ama anlamı sadece vermeye çalışan belirlemez, almaya çalışan da olmalı. Misal, Hikmet’in etrafındaki insanlar için bazı anlamlara gelmeyen kelimeler benim için o kadar anlamlı ki. Kelimelerin bazı anlamlara gelmediğinin söylenmesinin bile anlamı çok büyük bu yüzden. Kendi iddiasını yıkacak kadar. Öyle olmasaydı, “kelimeler bazı anlamlara gelmiyor albayım” cümlesi bu kadar etkileyici olmazdı.
-Kim bu Oğuz Ataygiller?
Cemal Süreya mı diyordu, Dostoyevski ile alakalı. Onu uyarlayayım. Üniversitede öğrenciydim. Zaten aşıktım. Bir de üstüne Oğuz Atay okudum. O gün bugün huzurum yoktur.
-Roman nasıl gelir sana, bir sabah kalkıp ben bu konuda roman yazayım demiyorsundur herhalde. Kurgusunu baştan mı yaparsın? Sonu belli midir başladığın romanların?
İnsan zihni sürekli işliyor, çalışıyor, dururken bile, hatta uyurken bile. Görüntüler, imajlar, semboller, çağrışımlardan hareketle doğan anlamlar, anlamlardan hareketle doğan anı kırıntıları, onların getirdiği duygulanımlar, onun sebep olduğu akıl yürütmeler. Bazı şeylerin izi vardır insanda, o ize sebep olan olaya benzer bir olay görünce izin farkına varırsın, neden olmuş bu diye deşmeye başlarsın, biraz acı duyarsın, biraz gerçeği kavrarsın. Uzar gider. Aklına gelir. Aklından hiç gitmeyendir. Birden duyduğundur. Ne olduğunu anlamadığındır, anlamak için kurcalarsın, bakarsın roman fikri doğmuş. Çok iyi bildiğindir, bildiğinden yazmak istersin, yazarken bilmediğin kenarlarına köşelerine çarparsın. Yani ne demeye çalışıyorum, bunun tek bir şekli yok. Ama kuram diyeceksek, iki türlü yazılır, planlı ve çağrışımlı. Orhan Pamuk’un deyimiyle Saf romancı ve Düşünceli romancı. İki türlü de yazdım. İki türün de güzellikleri farklı, zorlukları farklı.
BİLGİ SIRTIMIZA YÜK MÜ, ÖNÜMÜZE YOL MU?
-Mutsuz insan daha zekidir. İyi insanlar kendilerini yorgun hissederler gibi yargılar var romanın içinde. Zeki ve mutlu, kötü ve yorgun insan yok mudur? Neden bu genellemeler?
Neden bu genellemeler? Gördüğümden, duyduğumdan, hissettiğimden bu genellemeler. Ne kadar akıllı insan gördüysem, genelde mutsuzdular. Mutsuz da demeyeyim, inceden hayatlarına zulmeden bir huzursuzlukları vardı. Boş beleş mutluluklar boş beleş insanların işi. Bir de düzelteyim meseleyi bunlar genelleme filan değil; Anna Karanina şöyle başlıyor ya; bütün mutlu aileler birbirine benzer, ama bütün mutsuz ailelerin mutsuzlukları kendine özgüdür. Ey Tolstoy, neden bu genellemeler? Hayır, edebiyat bu, yazar risk alır, söz söyler, genellemelerin aksine konuşur hatta, dünyaya sataşır, olmayacak duaya amin der. Ayrıca iyi insan kendisini yorgun hissetmez mi, sen söyle? Yalan mı yani?
-İbrahim’i şöyle yönlendirmişsin: “Hayatı yaşadın ama onda ne görmen gerektiğini bilmiyorsun, kitaplar okudun ama bilgiyle ne yapacağını bilmiyorsun. Hikmet kapısını bul.” İlim hikmete dönüşmeyince olmuyor mu olması gereken?
Son zamanlarda bir moda var. Anadolu irfanı övgüsü yapmak ve modern eğitimi aşağılamak. Bu bizi bir yere götürmez. Okulla her zaman problemliydi başım. Ama hep de başarılıydım. Hikmetsiz bilgi işe yaramaz diyerek ölçülebilir olandan ölçülemez olana sığınamayız. Çünkü çok fena suistimal ediliriz, çok fena kandırırlar bizi, çok fena kalbimizi kırarlar. Bunu bir söyleyelim önce. Öte yandan, bilginin de bize ne yaptığıdır tabii ki önemli olan. Sırtımıza yük mü, önümüze yol mu? Bir şiiri yorumlamayı biliyorsunuzdur ama şiirin adını duyunca şairini bilemezseniz sizi cahil ilan ederler. Malumat biriktirmek değildir oysa mesele. Dünyanın en uzun nehrinin Nil olduğunu bilmek değildir önemli olan, 6600 km uzunluğunda bir nehir, üç farklı iklimden kendisi olarak geçmeyi başarır, ama kendisi denen de aslında kendisine ait bile değildir, o sadece bir yataktır, akıp giden sudur ve su sürekli olarak değişir. Bunu akletmek bence dünyanın en uzun nehrinin adının ne olduğunu bilmekten çok daha büyük bir şey.
-Güray Süngü eserlerinde ölüm, rüya, karakterin kendiyle karşılaşması, kendi kendine konuşması çok bilindik. Bazen aynı dizge üzerinde döndüğünü düşündün mü hiç? Ölüm niye karakterlerinin üzerinde kol geziyor?
Her yazarın bir derdi vardır, o derdi ifade için bir yöntemi vardır. Benim de var elbet. Ama her şeye rağmen bu soru, benzer sorular gibi genel kabuller içeriyor. Mesela Pencereden, Kış Bahçesi, Dördüncü Tekil Şahıs, Mehmet’i Sakatlayan Serçe Parmağı romanlarımda karakterin kendiyle karşılaşması ve hatta rüya hiç yoktur. Ama nasıl ki bir metni okur tamamlarsa, bir yazar imajını da okur tamamlar. Yani aslında mesele benim hep bunları anlatmam değil (çünkü bu doğru değil), senin dikkatini neden hep bunların çektiği. Neden, kendi kendiyle konuşan insanlar, ölüm olgusu benim anlattıklarım arasında sana en çok ulaşan oldu?
–Ben cevapları değil, soruları biliyorumdur belki…
Romandan bir cümle ile cevap verdiğine göre, sözüm muhatabını bulmuş demektir. Eyvallah.