Müslüman gibi yazıp çizeceğiz

Hasan Aycın, “Kitaplarımı bir çırpıda sayamam” diyor. Haklı da, bir rafı doldurup taşan eserde imzası var. Üstelik bunlar hem çizgi hem yazı. 40 yılı dolduran sanat hayatında hesabını “Bugün ortadaki mizahı çoğaltan biri mi olacağız, yoksa biz kendi dünya ve ahiret gerçekliğimize denk düşen bir mizah kavramını mı hayata geçireceğiz?” sorusunu sorarak yapıyor, Finlandiya’da yayınlanmayan röportajından “Çizgilerim benim olmadığım bir yerde Müslümanlığıma şahitlik etmiş” diyerek memnun oluyor. Bu yılki CNR Fuarı’nın Onur Konuğu Aycın’la “Müslümanlar kültür hayatında varlık gösterdi mi?” sorusundan başlayarak konuştuk.

CNR Fuarı’nın bu yılki onur konuğu sizsiniz. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Ülkemizin geçtiğimiz 14 yılda yaşadığı dönüşümün en zayıf halkalarını eğitim ve kültür oluşturuyor” sözlerini düşündüğümüzde, Müslümanlar bu alanda ne durumdalar? Nasıl bir miras devraldılar?

Bugün modern zamanların Müslümanları olarak baktığımızda biz Türkiye Müslümanları olarak bir miras devralmadık. Kadim geçmişimiz var doğru ama sanki o geçmişle aramızda derin bir fay kırığı oluştu. Bizim geçmişimiz de kırığın öbür tarafında kaldı adeta. Kendimizi burada bulduk ve tanımlamakta zorlanıyoruz. Müslüman sanatçıların kendi misyonları açısından bu sorunu yaşadığını düşünüyorum. Kendim de böyle izah edebilirim kendi durumumu. Devraldığımız, tevarüs ettiğimiz bir şey yoktu. Kendimize yer bulmakta, yer açmakta zorlandık. Özgün bir şey yapabilmek gibi soruların peşine düştüğümüz zaman da, “Bunun yöntemi nasıl olacak?” diye başlayan bir sürü zorlanmalar yaşadık, yaşıyoruz.

Kitap fuarı bağlamında bakarsak, TÜYAP Kitap Fuarı’nda kendimize yer ararken, bizim için bir sandalye konulmadığını gördük. Bize göre varlığımızı hesaba katarak tasarlanmış, uygulanmaya konulmuş bir fuar olmadı TÜYAP hiç. Başta Diyanet’in kitap fuarı olmak üzere, birkaç girişim oldu, onların da kendi güzelliği vardı ama panayır havasındaydı. CNR Kitap Fuarı kurumsallaşmaya başladı. Güzel oldu, acemilikler, düzensizlikler çok ama benim umudum var. İnşallah düzelecek. Bu olumsuzluklar bizi bu konuda bir tecrübe sahibi yapar, kediyi döve döve aslan yaparlarmış, biz de aslan oluruz inşallah.

Peki, bu girişimler bir alan açmaya yeterli mi? Artık “Kültürel alanda varız” denilebilir mi?

Olmadığımız için yaşanıyor bunlar. Yoksak yokuz. Var olduğumuz zaman kimse bizi yok sayamaz. Ben öyle bakıyorum. Ne kadar köfte o kadar ekmek. Nefesimiz bu kadar demek ki.

Mizah Müslümanlarda nasıl karşılık buldu? Bir mizah kültürünün oluştuğundan söz edilebilir mi?

Henüz yok. Rüştünü ispatlamış mizahçılar derken, Müslümanlar adına birkaç isimden bahsedebiliyoruz. Bu sırf onlarla cevaplanabilecek bir soru değil çünkü sırf onların yapmasıyla çözülebilecek bir sorun da değil. Müslümanlar topyekûn böyle bir bilinç içinde olmalı ki olsun. Her şeyi yeni baştan, alanın içinde kalarak, alandan tanımlamak zorundayız. Galiba zor olan yanı da burası. Neredeysek, orada. Hangi zamandaysak, o zamanda. Ahirete inanıyorsak, yani Müslüman isek, hesap gününe inanıyorsak, bize insan olarak yaşadığımız zaman dışında bir zamanın, mekânın dışında bir mekân verilmemişse, zamanımız ve zeminimiz yaşadığımız zaman ve zeminse, o zamanın o zeminin gerçekleriyle yüzleşmeden hatta dahası hesaplaşmadan, yani bu anlamda sınavdan geçmeden ahirette nasıl hesap vereceğiz? Nasıl ahirette vaat edilen karşılıkları bekleyeceğiz? Yani nasıl öldükten sonra da Müslüman kalmayı ve Müslüman olarak öbür tarafta hesabımızı vermeyi ümit ediyoruz, bu bilinçle yaşıyor olmamız lazım. Dolayısıyla bugün olup biten her şeyi izah etmemiz lazım. Mizahı da biz Müslümanlar olarak yeniden izah edeceğiz. Bugün ortadaki mizahı çoğaltan biri mi olacağız, yoksa biz kendi dünya ve ahiret gerçekliğimize denk düşen bir mizah kavramını mı hayata geçireceğiz? O zaman şöyle diyoruz, mizahın bizim açısından izaha ihtiyacı var ve biz o izahı henüz yapmadık. O izaha temel teşkil edecek ürünleri ortaya koymamız lazım, o ürünleri ortaya koyacak Müslüman mizahçıların olması lazım. Sonra bunlar üzerinden işi bir kavrama bağlamak kolaylaşacaktır. Bu yol var, açık. Ayağımızı sağlam basarsak ayağımız sürçmeden bu yolda yürürsek başaracağımıza inanıyorum ama bugün başarılmış bir şey yoktur.

TASVİR KONUSUNDA ÇÖZÜM BULABİLİRİZ 

“Ortadaki mizahı mı çoğaltacağız” diyorsunuz ya, günümüz mizahı zaman zaman kalp kırıcı, rencide edici boyutlara varabiliyor. Geçen hafta Gırgır Dergisi’nde çıkan Hz. Musa karikatürü gibi. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bunu ancak kendi tecrübeme yaslanarak açıklayabilirim. Sözünü ettiğiniz ve benzerleri bu ülkede yapılan mizahın örnekleri olabilir. Onları yapanların isimleri Müslüman isimleri olabilir, hatta onların anneleri, babaları, soyları sopları dindar insanlar olabilirler. Biz ürüne bakarız, esere bakarız, arkasındaki niyetlere bakarız, bunun neye yaradığına bakarız. Eğer oradaki mizah sadece kalplerimizi kıran bir mizahsa, kalpler onarılabilir. Onun ötesinde başka bir şey var. Bizi belirleyen, bir kimlik sahibi kılan değerlere saldırılıyor. Bu da sistemli, hem de bilinçli yapılıyor. Bunun lamı cimi yok. İş buraya geldiği zaman artık biz kendi yaramızla olaya yaklaşabiliriz. Bizde açtığı yara açısından bakabiliriz. Empati yapamayız. O son örnekte, Allah’ın peygamberlerinden birine çok adice küfürler vardı, yapılan mizah da değil. O zaman niçin üretilmiştir diye baktığımız zaman, bizde açtığı yarada karşılığını bulabiliyoruz. Değerlerimizi aşındırmaya çalışıyor. İzahta zorlanıyoruz. Peki, bizim insan olarak ve tabii Müslüman olarak mizaha ihtiyacımız yok mudur? Müslümanların mizah anlayışı yok mudur? 40 yıldır uğraşıyorum. Ama ben kendi anlayışımın doğrultusunda, beraber olmayı seçtiğim Müslümanlarla iç içe oldum. Müslüman olmaktan derin bir memnuniyet duyduğum gerçeği var. Benimle beraber olan ve benim beraber olmayı seçtiğim insanların yüzünü ak edecek çizgiler çizmeyi seçtim. Hamdolsun, bugüne kadar da böyle geldim. Demek ki yapılabiliyor, demek ki bize göre olan var.

40 yıldır uğraşıyorum dediniz. 40 yıl önce size bu ilhamı veren neydi?

Ben çok şanslıydım. Çünkü bana hiç kimse öğretmedi, çizer olmak niyetim de yoktu, hevesim de yoktu. Ama çizgi yayınlamaya başladığımda ben zaten çiziyormuşum, bunu anladım. 3 Şubat 1978 tarihinde zamanın Yeni Devir Gazetesi’nde çıktı ilk çizimim. Osman Bayraktar görmüştü. Okul öncesinden beri de çiziktirip duran biriydim. Zaten okuma derdindeydim. Ben kimim neyim, derdim ne, meselem ne, neden bu zamandayım sorularını kendimi canımı acıtacak biçimde soruyordum. Allah yoluma güzel güzel insanlar çıkardı. Gazeteden sonra dergiler başladı. Bugün yaşım 62, 40 yıldır çiziyorum. “Şöyle bir çizgim var yayınlar mısınız?” demek durumunda kalmadım, talep edildi. Hatta bu talep yönlendiriyor da insanı. Masallara böyle başladım, romanlar böyle başladı. Hamdolsun bugünlere geldi. 70’lerin sonu 80’lerin başına baktığımız zaman Türkiye’de sadece bizim camia dergileri karikatüre tek sayfa ayrılırdı. Ne karikatür camiasıyla ilgim var, ne güzel sanatlarla. Baktığım zaman cami cemaati insanlar benim birlikte olduğum insanlardı. Sokaktaki Müslümanlar benim yakın olduğum insanlardı. Sanatçı dostlarımın sokaktaki insanlardan farkı yok benim gözümde. Bu yaşta da hala üretmenin, öğrenmenin derdindeyim.

ÇİZGİ EVRENSEL AMA MAHALLE FARKI SÜRÜYOR

80 sonrası Türkiye’de karikatürün revaçta olduğu, dergilerin çıkmaya başladığı bir dönem. O dergilerden biri size hiç teklifle gelmedi mi? Ya da o dergilerin çizerleriyle hiç yolunuz kesişmedi mi?

Hiç olmadı. Bir kere Oğuz Aral’ın mizah anlayışına karşıydım. Hiçbir mizah dergisini takip etmedim. Hatta sonradan çok zorlandım. Mahalleden gençler dergi çıkartıyorlar, onların çıkarttıklarını alayım dediğim zaman öyle bir alışkanlığım olmadığını fark ettim. Ben onların yaptıklarına kayıtsız değildim, onların bana kayıtsız olup olmadığını da bilemem. Sonradan o çevreden bazı insanlarla dostluklarımız arkadaşlıklarımız oldu. Benden albüm istendiği zaman, ilk zamanlar yanaşmadım. Tek başınaydım, çizer olmayı seçmemiştim. Sola yakın büyük bir yayınevi istedi çizgilerimi. Vermedim. Hatta bunu İsmet Özel duymuş, “Niye vermedin” diye sordu. “Çizerken Müslümanlarla olup, albümleştirirken başkalarıyla olmayı doğru bulmadım ben” dedim. Sonra başka bir şey oldu. Gün geldi İsmet Özel istedi. Verdim, yayınlandı. İsmini İsmet Abi koydu, Bocurgat. Hatta başına bir takdim yazdı. Çıdam Yayınları’ndan İsmet Özel’in kitapları dışındaki tek telif kitap Bocurgat’tır. Böylece iyi bir başlangıç oldu. Ondan sonra beni sıkıştıran bir tarafı oldu bu çizerliğimin. Çizdiklerime dikkat etme ihtiyacı hissettim. Konuşmamam gerektiğini düşündüm. Bocurgat’ın bana dönük etkisi buldu. Artık her çizdiğimi bir sonraki albümün çizgisi olarak gördüm. Bocurgat’tan sonra Finlandiya’dan bir muhabir geldi, birkaç mütercimle bir haftalık bir röportaj yaptı. Sonra albümü aldı gitti. Sözleşme falan da yaptık. Geri dönünce, röportaja bakmamışlar bile. Albüme bakmışlar, “Bu adam Müslüman yayınlayamayız” deyip atmışlar. Bunu bana söyleyen mütercim mahcubiyet hissediyordu. Ben bir genişlik hissettim aksine. “Ağabey kızmadın mı” dedi. “Yok” dedim, “benim çizgilerim, benim elimden çıkanlar, benim olmadığım bir yerde benim Müslümanlığıma şahitlik etmiş, buna niye kızayım”. Ben çizgilerime hep böyle baktım. Mahalle farkı var, devam ediyor. Çizginin bütün evrenselliğine rağmen, inşallah bu fark da bir gün kalkar. Ama ben Müslümanların aleyhine bu farkın kalkmasından yana değilim.

Mizah ve çizgi Müslümanların dertlerini ifade etmede kullandığı bir araç da oldu. Hanzala karakteri gibi. Etkili oldu mu sizce bu?

Olmadı mı? Naci el-Ali Filistinli bir mücahittir sonuçta. Ülkesi işgal edilmiş, kendi vatanında esir olmuş bir topluluğun ferdidir. Tekrar özgürlüklerine kavuşmak için bir mücadele başlattılar, Naci el-Ali de bu mücadelede çizgileriyle yer aldı. Dünyada mizah oraya gidiyormuş, buraya gidiyormuş, onlarla ilgilenmeden, kendi davasının çizgisini çekmiş ve bu uğurda da şehit edilmiş bir insan. Benim Filistin çizgilerimden de bir albüm oluşturuldu. İbrahim Demirci dostum benden habersiz, o albümdeki her çizgiye bir şiir yazmış. Sonradan haberim oldu, çok da memnun olduğum bir sonuç çıktı ortaya. O albümü bu kez müşterek hale getirme fikri doğdu. Benim ilk müşterek eserim olacak. İslamofobi ya da adına her ne derseniz deyin böyle bir anlayış hep vardır yarın da olacaktır. Bunların Müslümanların yapıp ettiklerine bir bakışı da hep vardır ve olacaktır. Ben elbette bütün insanlar tarafından elimden çıkanların kabul görmesini isterim. Ama bunu benim İslam’la olan ilgim ve bağım üstünden değerlendirmeye tabii tutanlara hiç hoşgörüm olmaz. Düşmanlık düşmanlıktır ve zulümdür üstelik.

KÜFÜR OLUNCA HOŞGÖRÜ HATIRLANIYOR

Mizahta hoşgörü var mıdır?

Mizah ne ise odur. Mizahta hoş görü şudur. Ne zaman mizah yoluyla küfür, sataşma yaptılarsa, zorda kalınca işi hoşgörüyle ifade etmeye çalışıyorlar. Hayır, neyin hoşgörüsü? Küfrün hoşgörüsü mü? Sinkafın hoşgörüsü mü? Sen bir insan olarak, herhangi bir çizer olarak Allah’ın insanların içinden seçtiği peygamberleri, peygamber olarak onaylamayabilirsin. Ama bu insanlara, tarih boyunca onları izleyenlere hakaret ettiğin zaman, bunun hoşgörüyle ne ilgisi var? Kime yutturacaksın? Sen bu dünyadasın, bu zamandasın, bu çağdasın, senin hakaret ettiğin bu zamanda değil, bu mekânda değil, öyle mi? Sen benden fazla ne biliyorsun, sen benden fazla insan olarak neyi hak ediyorsun? Hoşgörüyü biz insan insana bir muaşeret içinde görürüz. İncitmeyi seçmişsen, incinmeyi göze almak zorundasın. Aynı türden mukabeleyi seçmişsin demektir. Böyle bir mizah anlayışını kabul etmedim. Bırakın, ben ölsem mezarımın toprağı kabul etmez.

Çizginin yanında yazı da yazıyorsunuz.

Çizginin elifbasını yazının elifbasından önce öğrendim. Dolayısıyla önce bir alfabe farkı var. Seyri tabii olarak da yazı çizgiden sonra geldi. Çizgi ifadeyi meramıma yetseydi, belki yazı olmazdı. Bunların yeri ayrı hakikaten. Eski zamanlarda bir köye iki ramazan imamı gelmiş. Bir tane gelse problem değil ama iki tane gelince köylüler bir sınava tabii tutmuşlar. Biri mektepli biri alaylı. Bu ikisini köylüler imtihan etmiş. İki adayın önüne birer kâğıt kalem verip, “Yazın” demişler. Mektepli olan el yazısıyla yazmış, alaylı olan bir öküz başı çizmiş. Kâğıtları toplayıp değerlendirince, “Mektepli bir şeyden anlamıyor” deyip diğerine büyük hoca demişler. Hâsılı nereden nasıl baktığımıza bağlı. Kendi içlerinde bunların diğerine önceliği var ama. Yazı çizgiye göre daha yorucu, yıpratıcı bir çaba.

 

Benzer konular