Suriye savaşı sebebiyle 1 milyona yakın mülteci Avrupa kapılarına dayandı. Göç edenlerin Müslüman olmasını Avrupa ülkeleri kendileri için tehdit olarak algıladı. Avrupa basınında “Müslüman istilası” olarak yer bulan bu gerçeklik, göç edenler için değişen ve yalnızlaşan hayatlar demekti. Ayşe Böhürler’in hazırladığı “Avrupa’nın Mültecilerle İmtihanı” adlı belgesel tam da bu hayatlara ışık tutuyor. Amsterdam Film Festivali’nde 2 dalda ödüle aday gösterilen belgeselde, savaştan etkilenen hayatlar bütün gerçekliğiyle konu edilmiş. Çekim aşamasında olan belgeselin 3. bölümünde ise “Hayatlarında neler değişti” sorusunun cevabı aranacak. Böhürler’le belgesel serisi çerçevesinde göç ve mültecilerin Avrupa’daki durumunu konuştuk. Böhürler, “Genele baktığımızda mülteci olarak kabul edilenlerin koşulları elbette kendi ülkelerine kıyaslanamayacak derecede iyi, ama yalnızlar” diyor.
-Avrupa’nın Mültecilerle İmtihanı isimli belgeseliniz Amsterdam Film Festivali’nde 2 dalda ödüle aday oldu. Avrupa’nın mültecilere karşı tavrını düşününce, belgeselin bu kadar ilgi görmesini bekliyor muydunuz?
Belgeselde sade ve olanı gösteren bir içerik, mültecilerle birlikte hareket edermiş gibi bir çekim ve hızlı bir kurguyla çalışmayı, yolculuğu anlatmaktan ziyade hissettirmeyi amaçlamıştık. Bu tarz ile Türk usulü bir belgesel çıkmadığının farkındayım. Ama yine de bunun Avrupa’da iki dalda ödüle aday gösterileceğini en azından ben beklemiyordum. Ama yönetmenimiz Hakan Tokyay bekliyordu ki filmi festivale gönderme konusundaki ısrar ondan geldi. Bu ödüle adaylık sürecinde içerik kadar yönetmenimizin teknik detaylardaki titizliğinin, kurgu ekibinin yolculuğu içselleştirerek çalışmasının da etkili olduğuna inanıyorum. Hakan kamerayı onlarla birlikte yolculuk eden yaşayan bir göz olarak konumlandırdı.
YARGILAMADIK SORU SORMADIK
Mültecileri izlerken onların arasında yaşarken yargılamadık, onlara çok soru sormadık. Her şey görüntünün içinde ortadaydı. Ama kendimize “biz olsaydık ne yapardık” sorusunu çok sorduk. Kendimizi onlardan ayırmadık, dış göz olmadan izlemeye çalıştık. Belgeselde büyük laflar söylemekten kaçındık. Belgesele “anlama ve hissetme” çabamızın ve içtenliğimizin yansıdığına inanıyorum. İzledik ve aktardık. En basit yerinden hayatların içinden, görünen tarafından baktık konuya. Ve en önemlisi de Kos’ta başlayan hikayeyi Danimarka’da bitirdik. Bir sürekliliği vardı. Bu objektif dil ve yaklaşımın yanı sıra tekniğe verilen önemin de karşılık bulduğuna inanıyorum. Çünkü belgeselde içerik ve hikaye kadar çekim ve kurgu tekniğinin kalitesi de işe ruh katıyor. Hikayeler sade ve sıradan ama kurgu olarak üzerinde çok uğraşılmış hikayelerdi. Birçok hikaye içinden seçtik. Belgeselin yarı malzemesini kullanmadık. Üç ay sadece kurguda çalıştık. Dediğim gibi söze değil görüntüye odaklandık. Bunun karşılık bulduğunu düşünüyorum.
-Avrupa’dan belgeselinize ne gibi geri dönüşler aldınız?
Yapım sürecinde öncelikle Türkiye’den bir ekibin bunu yapmasını yadırgıyorlardı. Yayından sonra ise çok beğeni aldık. Haberlerde benzer hikayeleri sadece bir kesitiyle izliyorduk. Belgesel kesit değil bütün bir hikaye anlatıyor. Buna dair çokça beğeni ve yorum aldığımızı söyleyebilirim. Bunu Türkiye’den bir yapım ekibinin yapması da ayrıca ilgi gördü. Avrupa’yı Avrupalılarla tartıştık. Ki bence belgeselin en önemli özelliklerinden biri de budur.
-Belgeseliniz bugüne kadar çekilmiş mültecilerle ilgili belgesellerden hangi yönleriyle ayrılıyor?
Mültecilerle ilgili çekilmiş çok belgesel var. Bizimkinden daha ilginç sahneleri olan belgeseller de var. Çok önemli filmler de var. Yeni filmler olduğu gibi eski filmlerde de mülteci hikayeleri birçok filme konu oldu. Göç en eski en güçlü temalardan biri. Mesela Mecidi’nin Baran filmi gibi. Afganistan, Lübnan, Filistin, Irak, Suriye çatışma bölgelerinden sadece bazıları. Mültecilerin çoğu da buradan geliyor. Suriyelilerin bir anda bir milyonu bulan rakamlarla Avrupa’ya yönelmeleri ve Avrupa’nın ortak hukukuna rağmen buna reaksiyon göstererek kapılarını kapatması tarihte ilk defa oluyor. İkinci Dünya Savaşı’nı ve Almanya’dan kaçan Yahudileri saymazsak. Ve bu olay Avrupa basınında bir Müslüman istilası olarak algılandı. Bu da farklı bir durumdu. Daha önce Afgan göçüne Irak göçüne ya da Bosna’dan gelen mültecilere karşı böyle bir tavır sergilenmemişti.
BAŞKA BİR HAYATA BAŞLAMAK KOLAY DEĞİL
İkinci dünya savaşının ardından ilk defa Avrupa’da ırkçı tepkiler yükselmeye, siyasi görüş halinde örgütlenmeye, güçlenmeye başlamıştı. Bizim üzüldüğümüz çaresiz insanların görüntülerini Avrupalılar “tehdit” olarak algılıyorlardı. Müslüman oldukları için onları istemiyorlardı. Belgeselde mülteciliği bir kültürel siyasi tartışmanın içinde ele aldık. “Ne oluyor Avrupa’ya” sorusunu sorduk. Bu yönüyle de farklı bir resim çıktı ortaya. Burada da objektif davrandık. Bu da belgeseli farklılaştırdı. Mültecilere ilişkin yapılan tüm çalışmalar bir puzzle’ın parçalarını birleştirmek gibi. Her biri başka bir yöne ışık tutuyor.
Müslüman Ülkelerde Kadın belgesellerinden sonra uzun süredir dünyadaki mülteci kamplarını çekmek istiyordum. Müslüman ülkelerde kampları görmüştüm. Lübnan’da Sabra Şatilla, Sudan ve Yemen’deki kadınların yaşadığı kamplarda çekimler yapmıştım. Bu kampların bir anlamda dünyanın kara deliği olduğunu gördüm. Yitik hayatlar ve yeniden başlayan hayatlar iç içeydi. Mültecilerin ülkemizde başlayan Avrupa yolculuğu, bir tarafıyla umut arayışıydı. Ama bir tarafıyla da yok oluş. Geçmişini kültürünü, dilini, yaşantısını sıfırlayarak başka bir dilde başka bir hayata başlamak kolay bir şey değildi. Bu konuda daha çok belgesel yapılması gerekir. Ne umut etmişlerdi ne buldular gittikleri ülkede, şimdi de bunun peşindeyim.
-Savaş bölgesinde çalışan ya da felaket anlarını aktaran gazetecilerle ilgili olarak hep tartışılır; “Olaya müdahale etmeli mi, yoksa sadece aktarmalı mı” diye. Belgeselin yapım sürecinde, siz de birçok olumsuz duruma şahit oldunuz. O insanlarla iletişim kurdunuz mu? Bu sizi nasıl etkiledi?
Elbette etkilendik. Belgeselin başarısı o etkilenmeyi görsel anlatımla ekrana yansıtabilmekte yatıyor. Aslında bizim hissiyatımız da belgeselin ruhunu oluşturuyor. Çok üzüldük, hayran kaldık, içimiz burkuldu, kendimizi yenilmiş hissettik, “yine emperyalistler kazandı” bile deyip konuyu doğunun yenilgi tarihine kadar bağladık. İnsanın hayatta kalma direnci karşısında umutlandık. Avrupa’nın üst aklı ile tanıştık. Suç örgütlerinin insan pazarından pay kapma savaşına, acımasızlığına şahit olduk. İnsan ticareti üzerinden dönen büyük bir ekonomiyi gözlemledik. Anne babaların çocuklarını tek başlarına Avrupa’ya göndererek, bir anlamda onları büyük bir riske atarak kendilerini ve geleceklerini kurtarma çabasını ibret ve hayretle izledik.
MÜSLÜMAN NEFRETİNİ GÖRDÜK
Savaşın psikolojiye olan zararlarını gördük. Çocuk travmalarının büyüklüğüne tanık olduk. Müslüman nefretini gördük, iyi insanların dayanışmasını gördük. Ölümle hayatın arasında Rus ruleti oynayanları gördük. Doğrusu hiçbir belgesel beni bu kadar çok karışık duygu ile baş başa bırakmamıştı. Umut, korku, endişe ve hayret duyguları arasında geçen bir yolculuktu. Müslüman kardeşlerimizin Avrupa’nın sınırlarında ve sonrasında da o ülkelerdeki kayboluşlarına üzüntüyle baktık. Bir tarafıyla hayatları kurtuldu diğer tarafıyla da mevcut kimlikleriyle var olmaları mümkün değildi. Güvenli bir gelecek başka kimliklerle mümkündü. Bunun için büyük bir bedel ödediklerini ve ödeyeceklerini de gördük. Belgesel ölüm ve hayat, kültür ve kimlik üzerinde daha çok tefekkür etmeme sebep oldu.
-Belgesel çekimlerinden unutamadığınız bir anılarınız oldu mu?
Mültecilerin gittikleri ülkede onları koruyan yegane güç aile yapıları, ailelerini koruyarak var olmaya çalışmaları. Buna dair çabalarının sonunda çıkış kapısını aralayanlar bizi çok sevindirdi. Bu yolculuğun en cesuru kadınlardı. Çocukları için sağlam duran onlardı. 16 yaşında tek başına ölümü göze alarak denizden Avrupa’ya ulaşan ve sonra ailesinin yanına gelmeyi başaran, bu arada eğitimini tamamlayan üniversiteye giren genç bir kızın hikayesi müthişti. 7 aylık hamile bir kadının yürümekten şişmiş bacakları, bitmiş parasıyla Avrupa’ya giden trene binebilme çabası ve tam “eyvah tren gitti” dediği anda bir hayırseverin bilet alıp onu trene adeta atarak bindirişi hiç unutamadığım bir sahnedir. Hayırseverleri tanımaktan çok mutlu oldum. Dünyayı iyilik kurtaracak, bunu o koşullarda çok daha iyi görüyorsunuz.
-Belgeselin çekildiği zamandan bu yana mültecilerin pozisyonlarında bir değişiklik oldu mu? Belgeselinizin kahramanlarının nerede, ne durumda olduğu konusunda bilginiz var mı?
Şimdi onun peşindeyiz. “Bir Yıl Sonra” ismiyle Avrupa’daki mültecilerin hikayesini devam ettiriyoruz. Çekim sathındayız bu günlerde. Yakında Makedonya’da Kemal ile buluşacak Hakan. Sonra da Danimarka’da Muhammed’e gideceğiz. Devam hikayelerimiz arasında yeni ülkeler var: İspanya ve İtalya. Muhteşem ve yeni hikayelerimiz var. Avrupa’da mülteci olarak kabul edilenler bir de edilmeyenler var. Ormanların arasında kuytu köşelerde yaşayan Pakistanlılara, Afganistanlılara, Afrikalılara ve yok sayılan, suç örgütlerinin kucağına itilen mültecilere ne oluyor? Bu yeni bölümde bütün bu olup bitenlerin peşindeyiz. Ve de iyi insanları buluyoruz. İyiler kaybolmadı her yerde varlar.
CİDDİ BİR ÇATIŞMANIN ÖN ADIMLARI
-Belgeselde mültecilere yardım eden insanlar yer alıyor. Bunun tam tersi bir profil olduğu da malum. Bu çerçevede Avrupa’daki göçmen-yerli halk ilişkisi nasıl?
Mültecileri bulundukları şehirlerde büyük bir yardımseverlikle karşılayan, onların topluma uyumuna katkı sağlayan çok sayıda Avrupalı da var elbette. Kendi toplumlarını eleştirenler de var. Onları refahlarının kültürlerinin düşmanı olarak gören Avrupalılar da var. Bu iki tutum siyasi akım olarak da çatışıyor. Sağ siyasi akımın omurgasına İslam-mülteci karşıtlığı yerleşti bile. Sağ partilerin oy oranı arttıkça mültecilerin rahatları da bozuluyor ve bozulmaya devam edecek. Avrupa onları istemiyor, düzenini bozmak istemiyor. Şu anda sistemin içinde eritiliyorlar. Çok da görünmüyor kenarda kıyıda yaşamalarından dolayı, bekletiliyorlar diye düşünüyorum, siyasi manevralar yapmak için elverişli bir malzeme olarak. Genele baktığımızda mülteci olarak kabul edilenlerin koşulları elbette kendi ülkelerine kıyaslanamayacak derecede iyi ama yalnızlar. Dilini bilmedikleri bir toplumda haklarındaki birçok önyargıya karşı durmak zorundalar. Ciddi bir çatışmanın ön adımları bunlar. 10 yıl sonraya bakmak lazım.
-Şu an belgeselin 3. bölümünü çekiyorsunuz. 3. bölümün konusu nedir?
1 milyon mültecinin Avrupa’ya gitmesinin ve yerleşmesinin ardından 3 yıl geçti. Şu an konu sıcaklığını kaybetmiş durumda. Çoğunluk yerine yerleşti. Hayatlarında ne değişti? Bunu merak ediyoruz.
İlk bölümleri 6 ülkede çekmiştiniz, 3. bölüm hangi ülkelerde geçiyor?
İlk bölüme Kos’tan başlamıştık. Bu bölümde Midilli var, Makedonya, Almanya, Hollanda, Danimarka, Belçika, İspanya ve İtalya var. Tabii ki takatimiz ve gücümüz yeterse…