Muhalefet “Ben bunu yaptırmam” demek değildir

Dr. M. Sinan Genim, mimari konusundaki deneyimiyle yaşayan ustalardan biri. İmza attığı Karaköy Fransız Geçidi, Tepebaşı Pera Müzesi, İstanbul Araştırmaları Enstitüsü, Galatasaray Üniversitesi Kültür Sanat Merkezi gibi projelerle şehrin çehresini değiştiren Genim en son Narmanlı Han restorasyonuyla anıldı. Beşir Ayvazoğlu onu, “sanat tarihi doktorası yapmış bir mimar olduğu için İstanbul’a dolayısıyla İstanbul’da en özlü ifadesini bulmuş olan Türk kültürüne daha geniş açıdan bakabilen” biri olarak tanımlıyor. Genim’le Narmanlı Han projesinden, kentsel dönüşüme uzanan bir röportaj yaptık, “Ne yazık ki ülkemizde çoğu işler ‘yaparım-yaptırmam’ arasına sıkışıyor” diyor, muhalefet edenlerin sonrasında neye muhalefet ettiklerini unuttuğunu söylüyor.

Şehirlerin değişimi, zamana ayak uydurmasının ortaya çıkardığı sorunlar, restorasyon politikaları ve kentsel dönüşüm günümüzün en popüler tartışmaları arasında. Kadim şehirlerin dokusu yeni bir döneme adapte edilirken nelere dikkat etmek gerekir?

Bu bir kültür meselesi her şeyden önce. Diyoruz ki Osmanlı şehirlerini muhafaza edelim. Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihe karışmasından bu yana nerede ise yüz yıl geçmiş. İmparatorluğun son dönemleri de hayli sıkıntılı, dünyaya ayak uydurmak istiyor, yeni müesseseler kurmak istiyor. Doğuyla batı arasında sıkışmış, bir yanda gelenekler görenekler bir yanda da yeni olanlar. Bunları adapte edip bu kadar büyük coğrafyada uygulamak önemli bir mesele. Aldığı göç nedeniyle giderek büyüyen ve şehirleşen bir nüfusa karşı bazı kültürel değerleri muhafaza etmek çok zor. Geçmişte köyün, kasabanın, şehrin kendilerine has kültürleri vardı. Şimdi büyük bir kaos yaşıyoruz. 1990 sonrası ideolojilerin ortadan kalkması yeni bir karmaşa doğurdu. Popülizm yükselmeye başladı. Gelişmiş ülkeler yaşlanıyor. Yaşlanan nüfus yerine yeteri kadar genç nüfus üretemiyorlar. Bu defa dışardan göçmen alıyorlar. Sonra adaptasyon sorunu çekiyorlar. Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethettikten sonra söylediği güzel bir söz var; “Hüner bir şehr bünyâd etmektir; reâyâ kalbin âbâd etmektir” Biz de son zamanlarda insanı görmezden gelen bir anlayış oluştu. “İnsan olmasın anıtlar devam etsin” diye düşünen bir anlayış yaygınlaştı. Hâlbuki bu yapılar insan için yapılmış şeyler. Ben insan ve insan yaşantısını zenginleştirmenin her şeyin önünde geldiğine inanırım. Bugün 1950’lerde yapılmış evlerde bile oturmuyoruz. Bunların yenilenmesi için kentsel dönüşüme gidiliyor. Hoş günümüzde yaygın olarak yapılan uygulamalara kentsel dönüşüm de denilemez, yapılan iş yapıları yenilemektir. Yapılar yenileniyor ama öbür tarafta aynı sokaklar, aynı altyapı sorunları.

Buna karşın, Türkiye’de kent meseleleri büyük toplumsal eylemlere yol açtı, son on yılın üzerine en çok tartışılan meselesi oldu.

Ne yazık ki ülkemizde -başka bir ülkede buna rastlamadım- çoğu işler “yaparım-yaptırmam” arasına sıkışıyor. Niye yaptırmazsın? “Şu, şu, şunlar yanlış, bu konularda daha hassas olunması lazım, şu noktaların düzeltilmesi gerekiyor” denmiyor.  Onun yerine, “Hayır ben karşıyım, neye karşıyım bilmiyorum ama karşıyım” deniyor. Şehir, yapı, yapılacak herhangi bir köprü, toplumsal mesele haline geliyor. Devletin gücünü kullanan insanlar er geç bu işi yapabilirler. Çünkü devletin gücü kişinin gücünden çok daha fazladır. Devlet öyle veya böyle yapma imkânına sahiptir. Peki, bu davranış doğru mu? Yanlış ama devlet varlığını sürdürmek için yapmak, yeni şeyler denemek, yeni kaynaklar zorundadır. Gerekçesi akla uygun olmayan bir karşı çıkmanın mantığını anlamaz ve onu dikkate almaz.

İnsanlar balık hafızalı

Savunulan eserlerin bir kısmı, bulundukları semtle beraber işlevini kaybetmiş gibiler. Mesela Emek sineması örneğine bakarsak, taşınması çok büyük bir kamuoyu oluşturdu ama taşınmadan önce maddi sorunlar içinde olduğu da biliniyordu. Dolayısıyla böyle önemli eserlerin korunmasından ziyade işlevsel kılınması bir mesele değil mi?

Zaten buradaki bütün mesele, biz gözükenleri değerlendiriyoruz. Bunun ardındaki gerçekler nedir, meçhul. Orası kamunun elindeydi. Herkes ucuza kiralıyordu. Şimdi özel sektörün eline geçti. O belirli bir değer karşılığında kiralamayı düşünür. Bu yenileme ile bazı insanların ve kurumların menfaatlerine halel geldi. Bugüne kadar ondan nemalanıyordu, onlar kalktı ortadan. Beyoğlu’nda Fitaş Sineması, Yeni Melek, Saray, Elhamra da vardı. Onlar ortadan kalktı, kimse gık demedi. Narmanlı Han’ın karşısında, o caddenin belki de en kıymetli yapılarından ve dünya literatürüne girmiş Botter Apartmanı var. Üzerinde incir ağacı çıkmış, kimse ses çıkarmıyor. Amaç gerçekten bu binaların bir şekilde korunmasıysa, Botter Apartmanı Narmanlı’dan çok önce gelir. Aynı cadde üzerinde Hacopulo Pasajı var. Gayet kötü kullanılıyor. Girişinde çıkışında, barakamsı dükkânlar, giremiyorsunuz, çıkamıyorsunuz. Bu tür karşı çıkmaların, bir yapıyı korumak, mimariyi muhafaza etmek ve geleceğe intikalini sağlamak için yapılmış olduğuna inanmıyorum. Markiz Pastanesi için bir ara kıyamet koptu. Oysa Markiz Pastanesi’nin eski nitelikte kullanıcısı kalmadı. En sonunda dönerci oldu, o bile yaşayamadı kapandı. Herkesin “bunu nasıl tekrar kullanılırız” diye düşünmesi lazım. Akıllı bir insan, bir konunun daha iyi hal edilmesi için yapılan önerileri memnuniyetle kabul eder. Çünkü doğru bir şey yaparsa, onun hanesine yazılacak. Yaptırmam ve yaparım arasına sıkışan şeyler başımıza dert oluyor ve olmaya devam edecek. Haliç’ten geçen metro köprüsü mesela. İnsanlar eleştiriyor, yapılınca da herkes kullanıyor. Balık hafızalı çünkü niye karşı çıktığını unuttu, günün modasına bağlı olarak karşı eskiyeni unuttu, yeni moda bir karşı çıkacak şey arıyor. Aynı şey Galataport için vardı, bugün yapılıyor. Kabataş Martı Projesi aynı akıbete uğradı. Bugünkü şehirlerimiz Cumhuriyetin kültürel yapısını gösteriyor. Bunda herkesin günahı var. Yalnız mimarların, mühendisleri, belediyecilerin değil. Bu ülkede yaşayan herkesin ortaya çıkan dejenerasyonda payı var. Kentsel dönüşümün ardına bakıldığında bir apartmanda 19 kişi istiyor, bir kişi muhalefet ediyorsa, bunu engellemek için yasal düzenleme yapılıyor. Herkes ne yaptığının farkına varmalı, birlikte yaşıyoruz.

Peki bu iki taraflı gerginliğin şehrin maliyeti ne? Eklektik şehirler mi ortaya çıkıyor?

Hem büyük bir karmaşa hem büyük bir kaos. 1983’te Boğaziçi, sözde koruma amacıyla çıkarılan bir yasayla viranelik haline, çöplük haline geldi. 30 yıl önce Ümraniye bir Anadolu kasabasıydı, şimdi topluma açık alanları, toplumun beklentilerine cevap veren yapılarıyla, Çengelköy’den daha cazip. Çengelköy derme çatma dükkânlarda, sokak aralarında faaliyet gösteren kokoreç, midyeci ve nargilecilerin mekânı oldu. İstanbullu burada nostaljik vakit geçiriyormuş, ama biz yaşıyoruz, rüzgar esmediği günlerde, kokoreç kokusundan Çengelköy’de dolaşılamıyor, sokaklar işgal altında, hemen her yer otopark, eve gitmek bile mesela haline geliyor. Herkes dua ediyor, aman akşam vakitlerinde, Cumartesi, Pazar burada yangın olmasın, kimse ambülansa ihtiyaç duymasın.

Sığınaksız restorasyon yapamazsın

Narmanlı Han restorasyonu da yapım aşamasında eleştirilere maruz kaldı.

Narmanlı Han’da dışardan bakanlar aklına geldiği gibi konuşuyor. Bir de bana sorun, yapının zeminin altı buçuk metre altına kadar çamura dönüşmüş kanalizasyon atıkları temizlendi. Beyoğlu’nun doğru dürüst bir alt yapısı yok. Kara kanal diye tabir edilen ilkel bir sistem var, kanalizasyonu olmayan, zemini oynayan ve kayan bir alanda yapı yaptık. Zemini dejenere olduğu için İstiklal Caddesi’ni kaçıncı kere yapıyoruz, inşallah bu sefer uzun süre kullanabiliriz. Hâlbuki bu cadde tepenin sırt çizgisinde. O kadar çok bina yapıldı, o kadar çok yapı farklı amaçlarla kullanılır oldu ki alt yapı bu yükü kaldıramıyor. Hemen her yerde yeme içme dükkânları, lokantalar, bunlardan çıkan atıklar, özelikle yağlar, zemini giderek de dejenere ediyor. İnternette görüyorum, Narmanlı Han ve sığınağı diye. Bugün yürürlükte olan İmar Kanunu ve yönetmelikler gereğince, kamuya açık her yapıda sığınak bulunması mecburiyeti var, yangın merdiveni yapmaya mecbursun. Bedensel engelli insanların kamuya açık binanın her katını kullanacak şekilde tedbir almaya mecbursun. Korunması gerekli bir yapıda bunları çözemiyorsan, senin bilgin eksik demektir. Kimse bunu çözelim demiyor, herkes dokunma kalsın diyor. Niye? Onu yapacak bilgiye ve deneyime sahip değil.

İstanbul’un tarihi yarımadası için durum nedir? Burada yürütülen imar faaliyetleri umut verici mi?

Mimarlık okulundan mezun olduğumdan bu yana elli yıl geçti. Daha öğrenci iken Süleymaniye’yi kim kurtaracak, nasıl kurtaracak diye konuşulduğunu bilirim. Elli yıl geçti, hala aynı sorular, çözüm nedir, herkesin fikri var ama bu konuyu çözüme kavuşturacak bilgiyi ara ki bulasın. Süleymaniye’yi, Süleymaniye yapan, çok az bir kısmı günümüze erişen yapıları yapan insanların hiçbiri bugün Süleymaniye’de yok. Süleymaniye’deki yapıların çoğu ya işgal edilmiş durumda ya ikinci üçüncü defa satılan ve ekonomik olarak sıkıntı yaşayan insanların eline geçen binalar. Bölgede yaşayan, o kültürü oluşturan nüfus bu kadar değişmişken, nasıl yaşatabiliriz bu yapıları? Günümüzde fonksiyonu değişmeyen tek yapılar camiler. Onlarda da müthiş bir dejenerasyon var. Üsküdar’a indiğinizde Mihrimah Sultan Camii’nin her minaresinde onar tane hoparlör görüyorsunuz. Ezan okunduğu anlaşılmıyor. Kullanılmayan, toplum yaşantısına katkısı olmayan yapıları korumak mümkün değil. Bu yapılar seyirlik olarak değil, yaşanmak için yapılmış yapılar.  Seyirlik olarak görürsen Emek Sineması’nı bile koruyamıyorsun. Türk devletinin sonsuza kadar bunlara bakması mümkün değil. Ekonomik olarak müthiş değerli bu yapıları gelir getirici hale getirmek lazım.

Eserlerimiz gelir getirmiyor

Şehirlerimiz kıymetli şehirler mi?

Elbette, özel bir mimarileri var. Bütün bu mimari 600 seneyi aşkın bir süre devam etmiş büyük bir imparatorluğun mirası. Gelenekleriyle görenekleriyle, yapım yöntemleriyle gelişmiş bir mimari var. Bizim sivil mimarimiz de anıtsal mimarimiz de de çok özelliklidir. Ama bütün bunları kullanamıyorsan, ne değeri var? Korunması gerekli kültür varlıkları birer sermayedir. Sen bu sermayeyi kullanmayı beceremiyorsun. Halkın daha iyi bir eğitim almak için, daha iyi bir sağlık hizmeti almak için, daha iyi bir ulaşım almak için ödediği vergiyle hiçbir geri dönüşü olmayan eserleri onarmaya ayırıyorsan, bu ne kadar sürdürülebilir. Bunları yıkalım mı? Hayır, bunları gelir getirici şekilde kullanalım. İtalya mevcut kültür varlığını gelir getirici olarak kullanmayı becerdiği için korur. Orada yaşayan insanlar bütün bu eserleri üzerine titrer, onlara nerede ise dokunulmuyormuş gibi bir görüntü oluşturur, çünkü gelir kaynağı bu yapılar ve onların oluşturduğu çevredir. Onlarda gelir kaynağı olan eserler bizde fakirleşmeye neden oluyor, dokunma, elleme, kullanma. Son zamanlar hemen her kamu kurumunda geniş bir müfettiş portföyü oluştu. Bu insanlar bunu niye yaptın, şunu niye yaptın diye soruyorlar. Bu nedenle kimse alışılmışın dışında bir şeyler yapmak istemiyor. Hemen herkes yapılanın peşinde, niçin yapılmıyor diye soran yok. Niçin “Evet” dedin, gel bakalım hesabını ver, Ya “Hayır” diyenler, önüne gelen hemen her şeyi savsaklayan, erteleyen, olumsuz değerlendiren kimseye hesap soran yok.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bir açıklaması var “Şehirlerimizi koruyamadık” diye.

Bir tek o uğraşıyor. Yeter mi onun uğraşması? Kentsel dönüşüm, yenileme yasası, bürokratlar, sanırım büyük oranda da müfettiş terörü nedeniyle, alışılmışın dışında yeni şeyler yapılmasının önünü kesiyor, atılımlara mani oluyorlar. Senelerdir, ülkemizin hemen her şehri, her mahallesi için imar planı yapılır, benim gözümde hepsi sahtekârlıktır. Bu planların uygulanması sonucu ortaya çıkan şehirleri gördükçe, keşke hiç imar planı yapılmasa, herkes bildiği yapsa çok daha iyi olurdu diye düşünmekten kaçınamıyorum. Şimdi imar planları da bitti, koruma amaçla imar planları, sokak sağlıklaştırma projeleri, vs. sonuç büyük bir hüsran. Bir yanlış var ama yanlışın nerede olduğuna dair kimse aklını yormuyor. Kâğıt üstünde hal edilmiş görülen işler bizi avutuyor ama gerçekle yüz yüze gelince üzülüyoruz.

Bir de yapıldığı anda çok konuşulan projeler var. Mesela 16/9 bunlardan biri.

Herkesin dilinde bir 16/9 lafı dolaşıyor. Neden? Çünkü o göze geldi, hemen herkes adını öğrendi. Karşı çıkan çoğu insan bu yapıların nerede olduğunun bile farkında değil. Geçen gün vapurla Üsküdar’dan Beşiktaş’a geçerken yanımda oturan iki gençten biri diğerine “Zincirlikuyu’daki yapıları göstererek 16/9’ a bak ne kadar çirkin değil mi” diye sordu. Eskiden olsa lafa karışıp, “Gençler 16/9 Kazlıçeşme’de orası Zincirlikuyu siz neyin nerede olduğunun farkında değilsiniz” derdim ama artık uslandım, cehaletin bu kadarı ile başa çıkmak mümkün değil. Bir dönem, Dolmabahçe Sarayı’nın arkasına Swiss Otel yapıldı diye kıyamet koptu, Yıldız Sarayı’nın önüne Conrad Otel yapıldı kimsenin sesi çıkmadı. Gök Kafes, İstanbul’un ortasına çakılmış bir kazık çakılmış gibi. Galatasaray Stadı’nın oraya yapılmış gökdelenler hafazanallah.  İstanbul’un günümüzde oluşan siluetine Hayırsız Ada açıklarından bir bakın. Süleymaniye olmuş 18 minareli, Sultanahmet olmuş 20 minareli.

Benzer konular