İsmail Hakkı Turunç, siyasetin içinden gelen ve hala aktif siyaset yapan fakat ‘vakıf insanı’ olarak bilinen birisi. Başta Kızılay Başkan Yardımcılığı olmak üzere çok sayıda yardım kuruluşunda görev alan Turunç ile Kurban Bayramı vesilesi ile buluşup yardımlaşma kültürümüz üzerine söyleştik. Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Türkiye halkının yardımlarını ulaştırmak için bu zamana kadar yüzden fazla ülkeye giden Turunç, yapılan tüm bu çalışmaları şöyle özetliyor: “Türkiye’nin sorumluluğu sırf ümmete değil. Mazluma el uzatmak bizim kültürümüz ve bizim kültürümüzde mazluma dini sorulmaz.” Turunç, yardım faaliyetlerinin ekonomik güçle ve sosyal statüyle alakalı olmadığını, meselenin insanın kendisine çizdiği yolla alakalı olduğunun da altını çiziyor.
-Siyaset kökenlisiniz ve hala aktif siyasettesiniz. Fakat sizi yardım faaliyetlerinde görüyoruz hep. Kızılay’da başkan yardımcısı, Uluslararası İSRA Derneği’nin başkanısınız. Çevrenizde ise size ‘vakıf insanı’ diyorlar. Neler yapıyorsunuz biraz anlatır mısınız?
Öncelikle Cenabı Hakk’a şükrediyorum. Yaratılış gayesine uygun bir hizmetin içerisinde bulunmayı bize nasip etmiş. Bu Allah’ın lütfudur. Toplumdaki kariyeriniz, titriniz, sosyal statünüz, ekonomik gücünüzle alakalı değildir. Öyle olsaydı hayır hasenat işlerini, ekonomik güçleri yüksek, sosyal statüsü çok farklı noktalarda olan insanlar yapardı. Ben özel olarak yetiştirilen bir insan değilim. Mutlaka ailemin, sosyal çevremin özellikle 1973’den itibaren, daha 21 yaşındayken çevremizde bulunan abi konumunda olan büyüklerimiz, aile büyüklerimiz demek ki bize doğru hedefler gösterdiler.
-Neydi o hedefler?
Bu günleri düşünerek değil, bir Müslüman olarak, bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak devlete, vatana, millete bağlı bir insan olmanın gerekleriydi bu hedefler. Yani kendimi bir yerde görmüyorum hala ümit ile korku arasında bir Müslüman anlayışında bir noktadayım. Ama elhamdülillah, şükrediyorum, birçok kula nasip olmayan bir hizmeti bize nasip etti Allah.
104 ülkede yardım faaliyeti yaptık
-Kimlerdi bu büyükler?
Siyasete 1973 yılında başladım. Rahmetli Erbakan Hocamızın yanındaydık. Sonra şimdiki Cumhurbaşkanımız Tayyip Bey ile kesişti yollarımız. Daha adını saymakla bitiremeyeceğim çok sayıda dava abisinin emekleri var üzerimizde. Yaptıkları aşı bende tuttu şükürler olsun, sonraki yıllarda gerek yerel yönetimde gerek merkezi hükümette görev almanın getirdiği hizmet imkanlarının genişlemesiyle, tahmin ediyorum 103 – 104 ülkeye gittim ve buralarda çeşitli faaliyetlerde bulunduk.
-Bu faaliyetlerin kapsamı nedir?
Örnek vermek gerekirse, 13 yıl önce, Endonezya’daki deprem ile birlikte kurduğumuz Uluslararası İSRA Derneği’nin devam eden birçok projesi var. Üniversite öğrencileriyle, madde bağımlılarıyla, engelli yavrularımızla ilgilendiğimiz projelerimiz var. Gençlerin ihtiyaçlarına göre, kültürlerini artırmaya, dünyayı tanıtmaya yönelik birçok gezi düzenliyoruz. Kuran-ı Kerim dersleri, hat ve Osmanlıca derslerinin verilmesi gibi birçok alanda faaliyetlerimiz var. Hem yurtiçinde hem yurtdışında.
Hz. Necaşi’nin köyünde kuyu açtık
-Siyaset ve vakıf… İkisini bir arada yürütmek zor olmuyor mu?
Hayır, seven için hiçbir şey zor değil. Sevdiği için Ferhat dağları delmiş; elinde hilti yok, kompresör yok, tek bir kazmayla. Bu tam olarak sevgiyle, inanmakla; en önemlisi Allah’ın lütfuyla, yardımıyla alakalı. Haiti, Meksika, Somali, Nepal, Moğalistan’a varana kadar birçok ülkeye gittim. Çok zor koşullarda, çok zor şartlarda dünyanın en büyük afet bölgelerinde bulundum. Zorluk yok, zorluk insanın beyninde ve gönlünde. Eğer siz kendinizi insanlığa şartladıysanız; mazluma hizmet edeceğim, ümmetin sıkıntılarını gidereceğim, derseniz bu bir zorluk olmaz. Düşünsenize Etiyopya’da, ilk hicret eden sahabelerin ve Hz. Necaşi’nin köyünün bulunduğu yerde su kuyuları açtık, projelerini hazırladık.
Üzerinden 1400 yıl geçtikten sonra sahabenin izini sürmek ve onlara kucak açan topraklarda su kuyuları açmak nasıl bir duygu?
İlk açtığımız su kuyusu, müşriklerin zulmünden kaçıp sığındıkları Habeşistan Kralı Necaşi’nin de meftun bulunduğu köydeydi. 246 metre aşağıdan kaya zeminden, Türkiye’den götürdüğümüz sondaj makinasıyla kuyuyu açtık. Çok şükür, kuyudan günde 170 ton su çıktı. Köyün su ihtiyacını karşıladı ,12 yıl oldu hala istifade ediyorlar. Fakat 2006 yılında İstanbul’da büyük bir su problemi vardı. Haliyle biz de bu projemizi kamuoyuyla paylaşamadık.
-Paylaşsaydınız ne olurdu?
O zamanki bazı basın kuruluşları, Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Belediye Başkanlığı görevine seçilmesinin asıl sebebinin, eski yönetimin su sorununu çözememesinden kaynaklanan bir memnuniyetsizliğin sonucu olduğunu savunuyorlardı. Bizim kuyu projelerimizin olduğu dönemde gazeteler “36 günlük su kaldı” gibi manşetler atılıyorlardı. Diğer yandan Etiyopya’da 246 metreden su kuyusu açmışsınız, oradaki coşkuyu kaydetmişsiniz. Bu duyguyu yaşamak ayrı bir şey, aynı duyguyu o günlerde kamuoyuyla paylaşmak apayrı bir şey. Gülerler, “burada su problemi var, 36 günlük suyumuz kalmış, siz Etiyopya’da su kuyusu açıyorsunuz” derler.
Mazlumun duası bizimleydi
-Yani biz Türkiye olarak Necaşi’nin köyünde su kuyusu açtığımızı söyleyemedik. Doğru mu?
Söyleyemedik tabii. Bu ne benim ne de İBB’nin şahsi gururu değildi. Bu, ümmetin gururuydu. Düşünün, tarihe böylesine mal olmuş insanların torunları, 12- 13 kilometreyi yalın ayak yürüyerek çukurlarda biriken, hayvanların içtiği durgun suları tülbentle süzerek çocuğuna mama yapıyordu. Böyle bir sefaleti sonlandırmıştık. Kuyu açılışı esnasında çekilen bir fotoğraf karesini hatırlıyorum dönemin Belediye Başkanı Kadir Topbaş’a fotoğrafı gösterdim ardından birbirimizin gözüne baktık, gözlerimiz dolmuştu. Su problemiyle ilgili atılan manşetleri hatırlayarak, “İsmail kardeşim ümit ediyorum, şu insanların duaları bizi susuz bırakmayacak” dedi. 6-8 ay sonra başlayan yağmurlarla barajlarımız doldu, baraj kapaklarını açmak zorunda kaldık. Bu dua tek başına bunların karşılığı tabii ki de değildir, ama duanın gücüne de inanıyoruz.
-Bir şey dikkatimi çekti. Bütün hikayelerinizin arkasında imkansızlıklar var. Pasifik’te deprem oldu, siz Açe’ye gittiniz ve orada Osmanlı bakiyesi bir toplulukla karşılaştınız onların orada olacağını bilmiyordunuz değil mi?
Haritada bile yerini bulamayacak kadar bize uzak yerler. Bazen bana ‘çok koşturuyorsun’ diyorlar. Bizim yaptığımız hiçbir şey değil. Bizim ecdadımız o dönemin gemileriyle, develerle oralara gidip; oradaki insanları İslam ile tanıştırdılar. Beni bir mezarlığa götürdüler Açe’de. Beş meftun var, birinci sırada Ahmet Kasturi yatıyor. Mezar taşında Dar-ül Türk-i yazıyor. ‘Türk diyarından gelen’ demek. İrkilmemek mümkün değil, 1584’te defnedilmiş. Biz bu dönemde uçaklarla giderken yoruluyoruz, bu insanlar nasıl bir inançla, nasıl bir anlayışla bu yolları aştılar. Yaptıkları fedakarlıklara benim hayalim bile yetişmiyor.
-Siz bu topraklara giderken yanınızda sadece yardım malzemelerini değil, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin, Türk halkının duruşunu da götürüyorsunuz. Bunu söylemek yanlış olmaz değil mi?
Ne kadar temsil edebiliyorum bilemiyorum ama Osmanlı’nın oralarda öyle bir kredisi var ki, gittiğimiz yerlerde çok net görüyoruz. Ecdadın kredisinin üzerine yeni krediler ekleme gayretindeyiz.