İran devriminin üzerinden tam kırk yıl geçti. Yaklaşık iki nesil. Kırk yıl öncesinden bugüne baktığımızda evet, Ortadoğu hiçbir zaman durulan bir coğrafya olmadı ama hiçbir şey bu kadar kötü de olmamıştı. Suriye ve Yemen bitik durumda. Milyona varan ölü, milyonlarca mağdur… Irak desen 2003 yılından bu yana bir türlü belini doğrultamadı. Körfez hattında büyük bir cepheleşme söz konusu. Arap ülkeleri İsrail ile normalleşme sürecinde. Bu manzara eşliğinde İran devriminin kırkıncı yılını İran’ı içeriden bilen biriyle, devrimi müteakiben orada 11 yıl kalmış Ali Naci Dağlıoğlugil ile konuştuk.
İran devrimi 40. yılını idrak ediyor. Bu kırk yılın sonunda devrim sizce hangi noktada? İran devrimi coğrafyamıza ne getirdi, ne götürdü?
İran hakkındaki düşüncelerim 1980’li yıllarda çok farklıydı. Türkiye’de 12 Eylül ihtilali vuku bulduğunda İran’a gittim ve orada 11 yıl sürgün hayatı yaşadım. Devrimin bizzat kendi çocuklarıyla, öz müesseseleri içerisinde bulundum. Gördüğüm şu ki, emperyalizm İslam dünyasında istikametli ve kendi kontrolünde bulunmayan bir İslami yapının hakimiyetine engel olmak için İran’daki devrimi bizzat kendi eliyle organize etmiş ve Humeyni’yi kendisinin dahi haberi olmadan bu işin rehberliğine getirmiştir. Bunu nereden biliyorsun diye sorabilirsiniz. Bu konuda devrimden sonra seçilmiş ilk cumhurbaşkanı Ebul Hasan Beni Sadr’ın youtube üzerindeki konuşmalarına bakabilirsiniz. Benim şahit olduğum bir konuşmada mesela şöyle diyor:
“İran’da devrim yapmaya karar verdiğimiz zaman biz bu işin liderliği üzerinde hiç düşünmemiştik. Fakat sonradan gördük ki en önemli mesele liderlik. Şah’ın aleyhine halkı sokağa dökecek birine ihtiyaç var. Liderin aynı zamanda bir din adamı olması gerekiyordu. Humeyni de sürgünde olduğu için onun üzerinde bir ittifak oluştu.”
Humeyni karizması için mi başa getiriliyor?
Aynen öyle. Beni Sadr, Tebriz’deki sinema yangınının daha kırkı çıkmamışken, henüz yas devam ediyorken Humeyni’nin bu gibi hadiselerden haberi olmadığını söylüyor. Ülke devrime doğru gidiyor ve ilginçtir, Humeyni’nin hiçbir şeyden haberi yok. Önde gelen bir din adamı olduğu için Humeyni ile oturduklarını hatta pazarlıklar yaptıklarını, devrim başarıya ulaşırsa yapılması gerekenleri müzakere ettiklerini ifade ediyor. Kadınların örtünmesi, hakimiyet ve demokrasi meselesi gibi birçok konu masaya yatırılmış.
Netice itibariyle şunu diyebilirim. Devrim İran’da başarılı olduktan sonra temelini sağlamlaştırmak için “Merg ber Amerika! / Amerika’ya ölüm!” sloganına tutundu ama Saddam ile savaş devam ederken Irangate olayı patlak verdi. İran’ın el altından Amerika ile, İsrail ile yaptığı işbirliği ortaya çıkmış oldu.
Amerika’nın Yarbay Oliver North’u günah keçisi yaptığı olaydı bu, değil mi?
Amerika’nın en büyük özelliklerinden biri, kendisi aleyhine bir durum vaki olduğunda ya inkar eder yahut aynen burada olduğu gibi bir günah keçisi belirleyerek suçu onun üzerine yıkar. Sanki kendi tertemizmiş gibi yoluna devam eder. Amerika her halükarda dünyanın başına bela bir oluşumdur. Suriye’de yaptıkları ortada. Ülkemiz üzerindeki niyeti belli. Binlerce kilometre öteden gelip pervasız bir şekilde söz hakkı olduğunu iddia edebiliyor. Tabii, bütün bu çabaların altında İsrail’i koruma güdüsü yatıyor. Üstelik Türkiye’nin hemen dibinde yeni bir İsrail daha oluşturma derdinde. Bölücü örgüt eliyle bir Kürt İsrail’i hedefliyor. Türkiye elbette bu oyunu görüyor ve ona göre kendi hamlesini yapıyor. Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı operasyonları boşuna değil. Türkiye’nin yaptıklarını bütün dünya Müslümanları takdir ediyor. Oysa İran hiç de aynı konumda değil. En başta Suriye halkı olmak üzere İslam ümmetinin nefretini üzerinde toplamış durumda. Nitekim Suriye hadisesi patlak vermeseydi İran’ın gerçek yüzü belki daha uzun bir süre bu derece net görülmeyecekti. Dünya Müslümanları İran’ı sanki “Allah’ın bir kurtarıcısı” olarak algılamaya devam edecekti. Oysa ben 1991 yılında Türkiye’ye döndüğüm günden bu yana İran’ın gerçek yüzünü anlatmaya devam ediyorum. İran’ın İsrail’den bir farkı olmadığını her halükarda dilim döndüğünce anlatmaya çalışıyorum.
İran’a 12 Eylül ihtilali ile gittiniz ve 1991 yılında döndünüz. Bu zaman zarfında nelere şahit oldunuz ki sizde bu derece köklü bir değişime neden oldu?
Oraya gidiş hikayemden başlayalım o zaman. 12 Eylül ihtilali yapıldığında Konya’daki arananlar listesinin başında ben yer alıyordum.
Malum Konya Mitingi dolayısıyla mı aranıyordunuz?
Konya Mitingi’nin spikerliğini ben yaptım fakat mesele bundan ibaret değil. Sadece Konya ve havalisinde değil, Karaman’da ve Anadolu’nun daha birçok yerinde Akıncılar Teşkilatı’nı bizzat kuran kişiyim. Akıncı hareketin İç Anadolu’daki en önemli dinamiklerinden birisiydim o vakitler. Kendimi haşa bir yere koymak için söylemiyorum bunu. Fakat gençlerin üzerinde abileri olarak belli bir tesire sahiptim. O zamanki çalışmalar tamamen hasbi idi. Ne makam, ne mansıp peşinde hiç koşmadık. Derdimiz riyaset değildi. Konya İmam Hatip’te 2500 öğrenci vardı. Koca okul olduğu gibi bizim elimizdeydi. MTTB döneminde Konya orta öğretim başkanıydım. 1975 yılında Akıncılar Teşkilatı kuruldu, biz de oraya kanalize olduk.
Şöyle mi oldu? Bir İslami devrim var deyip Tahran’a doğru yola mı koyuldunuz?
Tebriz üzerinden diyelim. Ben Tebriz’de bir müddet kaldım. Sonra Tahran’a gittim. Oradan Tebriz’e geri dönüp Devrim Muhafızları Karargahı’nda kaldım. Urmiye’de Devrim Muhafızları Ordusu’nun gerilla kamplarında eğitim gördüm. İlk gittimde dil bilmiyordum. Farsçayı öğrendikten sonra İran’ın gerçek yüzüyle karşı karşıya geldim. Özel mahfillerde konuşulanları artık anlayabiliyordum. Müthiş bir Ehl-i Sünnet düşmanlığına tanık oldum ve bu durum beni gerçekten sarstı. Gerçek safımın orası olmadığını hissettim. İran’da hapisanelerin Sünni gençler ile dolu olduğu gerçeğini biliyor musunuz? Bu duruma orada yaşayan birisi olarak bizzat kendim şahit oldum. İşin hakikatini anlayınca kendimi geriye çektim. Ondan sonra etliye sütlüye fazla karışmadım.
Orada bir görev aldınız mı? Bir dönem radyoda çalıştığınızı duydum. Doğru mu bu?
Evet, bir dönem Tebriz’de Türkçe Yayınlar Servisi’nde görev aldım. Fakat dediğim gibi Farsçayı anlamaya başlayınca uzaklaşma sürecine girdim. O dönem Mehmet Güney gibi, Atasoy Müftüoğlu gibi yolu İran’a düşenler benim Tebriz’deki fakirhaneme misafir oldular.
İran devrimi, Saddam’ın İran’a saldırması, Amerika’nın Irak işgali, Arap Baharı, Suriye ve Yemen krizleri gibi bölgeyi derinden etkileyen olaylar silsilesine bakıldığında sanki hepsi bir yapbozun parçaları gibi durmuyor mu sizce? İran devrimi bu anlamda bir kıvılcım, Ortadoğu’da mezhep ve etnik temelli çatışmalar çağına girişin habercisi sanki.
İslam dünyasını yok edebilmek için yapmayı düşünüp de altından kalkamayacakları işi, 1400 yıldır devlet olamamış Şia’ya devlet bahşetmek suretiyle becerdiklerini çok rahatlıkla söyleyebiliriz. İran, şu anda Amerika’nın hayal bile edemeyeceği bir zayiata, hasara neden oldu Ortadoğu’da. Amerika’nın verebileceği zararın yüz misli fazlasını verdi. Düşünün, bir de bunu İslam adına yapıyor.
Sanırım biz buna “Kissinger’in aklı” diyoruz…
Aynen.
Hatırlarsanız İran-Irak savaşında Kissinger’in bir sözü var. “İki tarafın birden kaybetmeyecek olmasına çok yazık!” Yani istiyor ki Ortadoğu kan gölü olsun. Herkes birbirini yesin, bitirsin.
Aynen, aynen. Belki duymuşsundur, İran’ın eski Cumhurbaşkanı Ahmedinejat’ın bunu teyit eden bir sözü var. “Afganistan’da biz sizin için gereken herşeyi yapmadık mı?” diye. Amerika’ya resmen bunu diyor. Hadi, şunu da söyleyelim. İran devrimden bu yana “Merg ber İsrail” diye slogan atıyor. Bugüne kadar İsrail’in aleyhine ne yapmış? Hiçbir şey. Nitekim yapmaz da. Çünkü İsrail ile İran’ın hiçbir farkı yok. İsrail’in yapmak istediklerini İran mollalar eliyle yapıyor zaten.
İran’ın coğrafyada uyguladığı bu yıkıcı siyasete Arap Şiası içinden ciddi tepkiler mevcut. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?
Bu tepkide haksız sayılmazlar. İran’ın Şia kılıklı Fars imparatorluğu hayali var. Din kisvesi altında hortlayan bir Zerdüştlük söz konusu. Bakın, en başından beri böyle bir niyet mevcut. Hz. Ömer’in orduları İran’ı fethettiği zaman son Sasani hükümdarının kızı Şahbanu “Bunlar mı bizi esir aldı?” diye hayretler içinde söylenip duruyormuş. Müslüman Araplar o zaman yalınayak, üstünde başında doğru düzgün giyecek birşeyi olmayan adamlar. Esir alınan Şahbanu bir yandan savaşçı kafilesi ile gidiyor, bir yandan böyle söyleniyormuş. Dikkatle baktığınızda aynı kibri, aynı kendine yediremez tutumu bugün de görebiliyorsunuz.