Yıl 1961. Almanya’nın beklediği işçiler Sirkeci-Münih treninde yerini çoktan aldı. Son vedalaşmalar, son fısıldaşmaların ardından bitimsiz bir sessizlik ve itaat hakim vagonlarda. “İşçi kardeşim, yabancı ilde yapacağın iyi iş de, kötü iş de şahsına yüklenmez, memleketimize ait olur” uyarısı kulaklarda çınlıyor belli ki. Türklerin göç hikayesi işte böyle başlıyor o yıllarda. DiasporaTürk’ün editörü Gökhan Duman’ın, Vadi Yayınlarından çıkan kitabı “11. Peron”, bir yanı gurbet, bir yanı memleket hikayelerini anlatıyor. Eşyası az umudu çok göçmen evlerinden geri dönüş olmadığını anladıklarında, göz önlerinden ayırmadıkları bavullarının içindeki eşyaları çıkartıp kullananların hikayesi. Göç Hikayelerinin yalnızca yaşayan kişiye ait olmadıklarını söyleyen Gökhan Duman’la 11. Peron’u konuştuk.
“Dönemeyeceğimi anlayınca memleketten bir fidan ve biraz toprak getirdim. Berlin’de bir parka diktim. Şimdi onun gölgesinde yaşlanıyorum.”
7 yıldır süren Suriye savaşı dolayısıyla yoğun göç gündemimizin içine doğdu 11. Peron. Her evde bir teyze, hala veya bir amca illaki vardır Almanya’dan çikolata getiren. Çikolatayı herkes bilir de, bilmeyenler için 11. Peron nedir?
Madem çikolatadan başladınız ben de oradan devam edeyim. Yurtdışında yaşayan insanlarımızla ilgili kırılması çok güç kalıplar var. Yeşilçam filmlerinden tutun da, 70’lerin, 80’lerin gazete haberlerine, gurbetle ilgili yazılan öykülerden sokak diline varıncaya kadar bu kalıbın izlerini görmek pekala mümkün. “Gurbetçi” kimdir? Gurbetçi abartı giyinir, takıp takıştırır, ne konuştuğu, hangi dilde konuştuğu tam anlaşılmaz, kırmızı Mercedes’iyle ve teybiyle gezer, görgüsüzce davranır, önüne gelene hediye olarak Alman çikolatası dağıtır. 50 yıldır süregelen bu ve buna benzer dar bir çerçeveye hapsedilmiş bir kimlikten bahsedebiliriz.
Böyle değil midir?
Kastım Almanya’dan gelecek çikolata ya da oyuncağın yolunu gözleyen geçmişin çocuklarıyla ilgili değil. Toplumsal kalıplarla ilgili. Ben size başka bir çikolata hikayesi anlatayım madem. 60’larda trenler dolusu insanımız Avrupa’nın çeşitli ülkelerine işçi olarak giderken devlet onlara yolda yesinler diye içinde ekmek, zeytin, peynir, patlıcan konservesi olan bir kumanya dağıtıyordu. Ama kadınların kumanyası erkeklerin kumanyasına göre 100 gram daha ağırdı. Bu fark nereden geliyordu? Kadınların kumanyasında 100 gramlık bir çikolata vardı. Uzun yolda ağızları tatlansın diye o zamanlar devlet tarafından yapılan bir jestti bu. Fakat yalnızca kısa bir süreliğine ve yine yalnızca kadın işçiler içindi. Her gidenin kumanyasına çikolata koyacak kadar zengin bir ülke değildik çünkü. Biz bir zamanlar ancak 100 gramlık jest yapabilen bir ülkeydik. Buradan bağlayacak olursak işte 11. Peron tam da bunu yapmaya çalışıyor. Anlatılmayanı anlatmaya, yarım asırlık göç hikayesine başka bir pencereden bakmaya çalışıyor.
Bu hikayeler bize ait
Bu kitabı yazan birinin göç hikayesinin olup olmadığını merak ediyor insan. Sizin göç hikayeniz nedir? Aileden birinin dönüşünü beklemek mi, yoksa bir dönem gurbeti bizzat yaşamak mı?
Benim bir göç hikayem yok. Gurbet, göç, göçmenlik ve diaspora konuları bana ilginç ve çekici geliyor. Bu hikayeleri dinlemeyi, kurcalamayı, anlatmayı seviyorum. 40 kişilik bir ailede büyüdüm, dedem hurdacıydı. 70 model Anadol marka pikabımıza biner mahalle mahalle, köy köy gezer, eski eşyaları, hurdaları toplardık. Bir hurdacı ne kadar kurcalar, ne kadar didiklerse işini o kadar iyi yapıyordur. Oradan gelen bir huydur belki. Eskiden üzeri tozlanmış eşyaları kurcalardık şimdi de üzeri tozlanmış hikayeleri kurcalıyoruz.
Göç hikayelerinin bir başka yanı da yalnızca yaşayan kişiye ait olmuyor. Ortada bir göç hikayesi varsa bu aynı zamanda o kişinin ailesine, akrabalarına, komşusuna, mahallesine, yaşadığı şehre de ait oluyor. Bu hikayeleri yaşayan ben olmasam da bize ait olduğunu biliyorum. Bu hikayeler bu topraklara ait, bizim insanımızın hikayesi.
Niye şimdi bize o günleri hatırlatma gereği duydun ki?
Bir köşede duruyor ve ortaya çıkacakları günü bekliyorlardı. Ben bir kısmına vesile oldum yalnızca. Bugün yurtdışında altı milyondan fazla insanımız yaşıyor. Her birinin sayısız hikayesi var. Bizim ortaya çıkardıklarımız yalnızca bir kısmı. Toplumsal hafıza adına bu hikayelerin göz önünde olması gerektiğini düşünüyorum. Yurtdışında yaşıyor olmaları onlardan ayrıldığımız anlamına gelmez. Coğrafya bize yapay sınırlar koyuyor. Biraz sınırların ötesinde düşünmek gerek. Baktığınızda Viyana-İstanbul arası, Van-İstanbul arasından daha yakın. Evet, yurtdışındaki insanlarımız başka başka ülkelerin sınırlarında yaşıyor, ama onlar bu toplumun ayrılmaz bir parçası. O yüzden hikayeleri de önemli. Tavan arasında durmayı değil, salona inmeyi hak ediyor.
Yeni nesil gurbetçi değil
İki yıllığına para kazanmak için gidenlerin torunları yaşıyor şimdi Avrupa’da. Nasıl bir süreçten geçti Türk gurbetçiliği?
1961’de yapılan anlaşmada işçilerin çalışma süresi olarak 2 yıl belirtiliyordu. Ardından 1964’te Almanya’nın isteğiyle süre sınırı kaldırıldı. 1970’lere gelindiğinde Almanya’daki Türklerin sayısı 1 milyona ulaşmıştı. Buna diğer Avrupa ülkelerinde çalışanları da kattığınızda henüz göçün ilk 10 yılında 1.5 milyonluk bir nüfus vardı. Ardından aile birleşimleri, mahalleye, şehre karışma, geri dönüş hayallerinin ertelenmesi ya da rafa kaldırılması ve ardından yurtdışında doğan yeni nesiller.
Emek göçü olarak başlayıp bugün bambaşka bir şeye dönüşen yarım asırlık göç hikayesinden bahsediyoruz. Türk gurbetçiliğinin artık bir diasporaya dönüştüğü sıkça konuşulur, tartışılır oldu. Evet, iki yıllığına giden işçilerimize gurbetçi diyebilirdik, içi dolu dolu bir sözcüktü, ama bugün Berlin, Paris ya da Brüksel doğumlu olup, bulundukları ülkenin dilini anadili gibi konuşan, orada okuyup, orada çalışan nesillere gurbetçi demek çok gerçekçi değil. Diaspora sözcüğünü anavatanı dışında yaşayan ve anavatanla bağlarını sürdüren topluluklar şeklinde tanımlayabiliyorsak eğer, yurtdışındaki insanlarımıza diaspora ya da Avrupa’daki Türk diasporası demek tartışmaya değer.
Asimile olma riski var
İlk nesil asıl çileyi çeken, ikinci nesilde adaptasyon süreci hızlanmış, şimdiki nesil ise tamamen adapte olmuş, bir kısmı da asimile olmuş diyebilir miyiz?
Ben pek öyle olduğunu düşünmüyorum. Adaptasyonu en basit haliyle mevcut olana ayak uydurma olarak tanımlayabiliriz sanırım. Göçmenlerin kaderidir maalesef, hep bir şeye adapte olmaları -Almanların kullandığı ifadeyle entegre olmaları- beklenir. Oysa burada veren taraf hep göçmendir. Kendinden, kişiliğinden, kültüründen, inancından, değerlerinden vermesi beklenir. Adil olan ise karşılıklı eşit uyumdur. Toplum göçmene, göçmen topluma aynı şartlarda uyum sağlarsa o zaman adaletten bahsedebiliriz.
Göçmen olmak aynı zamanda kültürel olarak tükenmeye, yıpranmaya müsait bir zemin hazırlıyor. Demek ki ev sahibi ülkelerin entegrasyon politikaları yetersiz kalıyor ki, anavatan ülkeleri bu tür bir çaba içerisine giriyor. Ve evet asimilasyon bunun en uç noktası. Kültürel olarak yaşanılan ülkeye tam teslimiyet anlamında ele alabiliriz. Ben yurtdışındaki en son neslin asimile olduğunu düşünmüyorum. Ama ileride böyle bir risk var mı derseniz, mevcut politikalara bakarak evet var derim. Şu anki durum için sanırım her neslin bir önceki nesle göre kültürel anlamda bir uzaklaşma yaşadığını; anavatana ve anavatan mitini oluşturan temel değerlere biraz daha yabancılaştığını tartışmaya açabiliriz.
Orada doğup büyümüş gurbet çocukları hala kendilerini gurbette sayıyor mu?
Kendilerini gurbette saymalarını gerektirecek bir durum yok. Çünkü onların bir gurbeti yok, ama anavatanları var. Bir yanda doğdukları ve yaşadıkları ülke diğer yanda soy bağından gelen anavatanları var. Paris’te doğmuş, Sorbonne’da okumuş aslen Kayserili bir ailenin çocuğunun kendini gurbette hissetmesini gerektirecek ne var? Bence yok. Bu kötü bir şey değil, yalnızca bize ait bir olgu da değil. Milyonlarca insanın yaşadığı bir şey. Gurbet belki onlar için nostaljik bir şey, anne babalarının dizinin dibinde dinledikleri hikayelerden ibaret, saygı duydukları ama derin derin hissetme zorunda olmadıkları bir olgu. Bir eski zaman şarkısı gibi, hepsi bu, daha fazlası değil.
Göçün en sert hikayeleri
Gidip de bir daha haber alınamayanlar vardı bir de? Onların hikayeleri nasıldı?
Sayıları çok mu az mı pek bilinmiyor. Ama memleketinden çıktıktan sonra bir daha haber alınamayan insanların hikayesini dinledim. Kimi ikinci dünya savaşında kocasını kaybeden dul Alman kadınlarla evlenip yeni bir hayat kurmuş, kimi kazandığını günlük eğlenceye harcayıp orada savrulup kalmış, kimi de aşık olmuş evlenmiş, bir daha da dönmemiş. Toplam gidenler arasında sayıları nedir bir tahminim yok açıkçası. Ama göçün en sert hikayeleri de onlara aittir. Eşini ve beş çocuğunu bırakıp yola çıkmış, bir iki ay para yollamış, mektup yazmış, sonra sırra kadem basmış. Öldü mü kaldı mı bilen yok. Bir mezarı var mı bilen yok. En ağır sınav bu şekilde geride kalan eşlerin ve çocukların sınavıydı galiba.
Fotoğraflar her şeyi anlatmaya yetiyor aslında… Birçok göç fotoğrafı geçti elinize. Bir kısmını yayınladınız da. Göç fotoğraflarına baktığınızda en çok neyi görüyorsunuz?
İlk giden neslin fotoğraflarına baktığımızda hayatlarının genelde yurt ve fabrika arasında geçtiğini görüyoruz. Aile birleşimiyle birlikte çeşitlilik artıyor. 70’lerle birlikte günlük yaşam içerisinde kadın ve çocukların daha yoğun olduğunu ve bunun fotoğraflara da yansıdığını söyleyebiliriz. Babalar genelde çalışıyor ve bir sonraki mesai için evde dinleniyor. Tatil günlerinde hep birlikte pikniğe giden ailelerin fotoğraflarını saymazsak günlük yaşam içerisinde genelde kadın ve çocukların olduğunu görüyoruz.
Göç fotoğraflarını hem görsel sosyoloji üzerinden hem de göç çalışmaları üzerinden okumak gerek. Tophane’deki Alman İrtibat ofisinde çırılçıplak soyularak muayene edilen işçilerin fotoğraflarını anımsayalım. İlk göçün üzerinden 57 yıl geçmesine rağmen o fotoğrafın gölgesi göçmenlerin üzerinden kalkmıyor. Günlük yaşam, entegrasyon, eğitim, iş hayatı, sosyal ve kültürel yaşam bu fotoğrafın anlamını referans alarak şekilleniyor.
Yazdığım mektup benden sonra geldi
Fotoğrafları DiasporaTürk twitter hesabından yayınladığınızda size geri dönüşler de oldu. Size “iyi ki böyle bir şey yapmışız” dedirten geri dönüş neydi?
Her şeyden önce anne ve babalarının geçmiş hayatından izler buluyorlar. Benim babam da bu fabrikada çalıştı, bu yollardan gurbete gitti. Benim annem de 40 m2’lik bir odayı yuva yapmaya çalışıyordu gibi geçmiş ve günümüz arasında köprüler kuran geri dönüşler alıyoruz. Bunun yanında yayınladığımız fotoğrafta annesini, babasını amcasını tanıyıp bulanlar oluyor. “Yayınladığınız her fotoğrafa merakla bakıyorum, her seferinde acaba babamı görür müyüm diye bekliyorum” şeklinde bir mesaj almıştık. Onu unutamıyorum. Bizi motive eden şey belki de buydu. Tanımadığımız kişilerin hayatına dokunuyor olmak.
O sizi en çok etkileyen hikaye…
“Eşim bant doldurup yollamış, bütün ev teybin başındayız. Eşim bantta iyisiniz inşallah diyor bütün ev ‘iyiyiz iyiyiz’ diyor, köye kar inmiştir diyor, herkes ‘indi indi’ diyor. En son anasını, babasını herkesi andı, kalanlara da hasretle selam ederim dedi. İşte o kalan bendim.”
En çok ağlatan…
“O zaman tek firma vardı, o götürüyordu cenazemizi memlekete. Ama hafta sonu kapalıydı. Biz de ne yapalım, inşallah hafta içi ölürüz diyorduk.”
En çok güldüren…
“Eşime ben İsveç’e gidiyorum dedim. O da bana çok geç kalma dedi. Bazen civar köylere oduna giderdik, yine öyle sanmış, ne bilsin garibim.”
En çok şaşırtan…
“Düğünden 1 ay sonra gittim gurbete. Ama hasretlik zor geldi, bıraktım. Öyle erken döndüm ki eşime yazdığım mektup bile benden sonra geldi.”
Araf’ta bir hayatı anlatan en dokunaklı cümle…
“İki ülkede birden yaşıyorum: Sabah evden çıkarken aslında Türkiye’den çıkıyorum. Okuldayken Almanya’dayım. Ve akşam yine memlekete dönmüş oluyorum.”