Milletine güvenmeyen bir anlayışın tohumlarını ektiğini, bu nedenle İsmet İnönü’nün enteresan bir prototip olduğunu söyleyen Mustafa Armağan, onu yaşayan bir geleneğin başlatıcısı olarak tanımlıyor. “Milletine güvenmediği için sürekli baskı ve kontrol altında tutmak isteyen anlayışla iktidarını korumayı görev bilmiş kaba bir despot portresi çıkıyor ortaya” diyen Armağan, kitapta sadece tarihte ne olduğunu değil, bugün son sezonunu oynayan siyasi bir anlayışın başlatıcısı bir insanı incelemeye çalıştığını ifade ediyor. Mustafa Armağan ile Ketebe Yayınlarından çıkan yeni kitabı ‘Bilinmeyen Yönleriyle İsmet İnönü Gerçeği’ni ve İnönü dönemi CHP’sini konuştuk.
İsmet İnönü nasıl biriydi, portresini çizdiğimizde nasıl bir tablo ortaya çıkıyor?
İsmet İnönü’nün askeri kariyerini bir yana bırakırsak, siyasi tarihimizde 50 yıllık bir yeri var. 1922’den 1972’ye kadar devam eden bu siyasi etki, bence bugün bile devam ediyor. Cumhuriyet Halk Partisi’nin özellikle çekirdek bir kesiminde hala İnönü zihniyeti yaşıyor.Burada Atatürk’ten bağımsız ele alamayacağımız 1922-1938 arası bir dönem var. Bu dönemde ikinci adam gibi görünmekle birlikte, Lozan, başbakanlık dönemi ve 1930’lar itibariyle bir başbakandan çok daha fazlası, cumhurbaşkanının pozisyonuna da ortak olmuş bir İnönü resmi görmeye başlıyoruz. Kemal Karpat’ın deyişiyle 1935 yılından itibaren Atatürk’e dahi “Bizim dediğimizi yapmazsan seni Cumhurbaşkanı seçmeyiz” tehdidinde bulunabilecek bir pozisyona ulaşmış bir İnönü’den bahsediyoruz.
Atatürk ona Lozan’dan itibaren, “iyi bir ikinci adam” bulduğu kanaatiyle çok prim verdi. Kaldı ki İstiklâl Savaşı yıllarında birçok hatasının üzerini kapattı. Eskişehir-Kütahya muharebeleri büsbütün bir faciadır. Bütün bunların üstünü Atatürk kapattı. Atatürk’e gebe kalmış olan İnönü, onun dediğinin dışına çıkmamayı bir hayat prensibi haline getirdi. Fakat her zaman bu ikinci adamlardan korkmak gerekir. Çünkü yavaş yavaş tam güven verdikleri o birinci adamın altını oyarlar. İkinci adamlar, kendi geleceklerini nasıl garantiye alacaklarının hesaplarını bu süre içinde yapmak durumundadırlar. İnönü, 1920’lerin sonunda inkılaplar bitip de rejimin oturtulması sürecinde, Atatürk’ün dil-tarih konularına yönelmesini fırsat bilerek, teşkilatı ve idareyi özellikle de askeriyeyi kendi eline alma hesapları yaptı. 1938’de İnönü’nün cumhurbaşkanı seçilmesi sürpriz değildi çünkü altyapıyı hazırlamıştı. Ondan başka kimse bu kadar organize ve teşkilata hâkim bir pozisyonda değildi. Onun seçilmesinden başka çare yoktu.
ATATÜRK’ÜN KADROSUNU TASFİYE ETTİ
Cumhuriyet’in kırılma noktası 1935. Bu dönemde Türkiye iç ve dış politikada bir yol ayrımına girdi. Dış politikada da Türkiye yavaş yavaş Kıta Avrupası ekseninden İngiltere-Fransa eksenine dönmeye başladı. İnönü, eski Kıta Avrupası ekseninde kalmayı tercih ediyor, Atatürk Anglo Frank eksenine kaymak istiyordu. İçeride partiye ve gruba egemen olan İnönü, onun karşısında Atatürk’ün arkadaşları dediğimiz Huzur-ı Mutat Zevat arasında bir restleşme başladı. 1930’lardan itibaren hazırlanan İnönü, 1939’da yaptığı seçimle Atatürkçü diyeceğimiz kadroyu hem iktidardan hem CHP’den tasfiye etti. Şükrü Kaya ki, Atatürk döneminin neredeyse değişmez İçişleri bakanı, bir kalemde gitti. Bu da İnönü’nün iktidara hâkim olma noktasında istediği güce ulaştığını gösteriyor. Bu güç, 1972’ye yani Ecevit tarafından devrilene kadar en azından halk partisi içinde devam ediyor.
Atatürk sonrası İnönü portresi nasıl peki?
İnönü hiçbir zaman atraktif ve kendisinden beklenmeyen şeyi yapan bir lider olmadı. Atatürk ani bir karar verir, statükoyu başka bir yöne çevirebilirdi. Harf inkılabında olduğu gibi. Kimse o kadar hızlı bir hareket beklemiyordu. 3 ay içinde “ya olacak ya olacak” dedi ve yaptı. İnönü her zaman ihtiyatlı, hiçbir zaman riske girmeyen kendisini, pozisyonunu ve iktidarını tehlikeye atmayan bir yapı içindeydi. Bu statükocu zihniyet, İnönü devriyle birlikte 1950’ye kadar hâkim oldu. Türkiye’yi 2. Dünya Savaşı ve sonrasında içine kapanan ve atalete sevk eden bir döneme soktu.
Kitapta da önerdiğim resim bu. İnönü bir kere kendinden emin olmayan ve kimseye güvenmeyen bir karakter, onun için aşırı ihtiyatlı. Ulus gazetesinde yayınlanan hatıralarında diyor ki “2. İnönü muharebesinde bir dağılma oldu. Bursa tarafından asker ve köylüler İnönü’ye doğru gelirken onlardan bir kafileyi durdurdum ve şunu söyledim ‘Bakın, padişah düşmanınızdır, 7 düvel düşmanınızdır, bilin ki millet de sizin düşmanınızdır’ dedim” diyor. Millet askerin nasıl düşmanı olur? Milletine güvenmeyen ve güvenmediği için sürekli onu baskı ve kontrol altında tutmak isteyen anlayışla iktidarını korumayı görev bilmiş kaba bir despot portresi çıkıyor ortaya. Milletini düşman bilmeyen bir anlayış, bu dönemde çok daha başarılı işler yapabilirdi.
CHP’NİN YAPACAĞI İYİLİK KENDİSİNİ KAPATMASI
Peki, İnönü partisi CHP’yi kapatmak istedi mi?
Bu konu Bilinmeyen Yönleriyle İsmet İnönü Gerçeği kitabımda yeniden gündeme geldi. Necip Mirkelamoğlu “İnönü Ecevit’i anlatıyor” kitabında belgelerini yayınladı. İnönü, 1972 yılında Cumhuriyet Halk Partisi genel başkanlığından düştükten sonra partinin kendi tüzüğüne ve kendi teamüllerine ihanet ettiğini, kapatılması gerektiğini etrafına yayıyor. Kendisiyle beraber olan milletvekilleri dilekçelerle Anayasa Mahkemesi’ne başvurup Cumhuriyet Halk Partisi’nin kapatılması için birtakım girişimlerde bulunuyor. Dilekçe örnekleri kitapta mevcut. Partinin kapatılmasını ciddi ciddi düşündü ve bir ekibi harekete geçirdi. Başarıya ulaşmadı ve o kadar da uzun yaşayamadı.
Halk partisi gibi bir partinin genel başkanlığından düşmek ona ağır geldi ve gitmemek için uğraştı. Ecevit’e genel başkanlığı kaptırmamak için bir sürü oyun çevirdi. Düştükten sonra da bu defa dönüp kendi partisini kapattırmak gibi bir girişimde bulunması, İnönü’nün asla affedilemeyecek korkunç iktidar tutkusunu, “Ben yoksam benden sonra tufan” anlayışını kuvvetle savunduğunu gösteriyor.
Kendi iktidarı dışında her şey düşman olabiliyor. Psikologlar ve tarihçiler bu ruh halinin ne olduğunu ortaya çıkarmalı. “Türkiye’yi biz kurduk gerekirse bizi batırırız” diyen anlayışın Cumhuriyet Halk Partisinde hala ne kadar etkin olduğunu görüyoruz. Çözüm sürecinde hükümete, “Ülkeyi PKK’ya peşkeş çekiyorsunuz” diyenler şimdi onlarla seçimlerde aday bölüşüyor, il bölüşüyor ve bunda da bir sakınca görmüyorlar. Yeter ki iktidar olsunlar, yeter ki kendi güçlerini kaybetmesinler.
İnönü’den sonra güçlü bir CHP var mı?
İnönü döneminin gücü mümkün değil. 1934 ve 1935’lerde devlet Cumhuriyet Halk Partisi’ni içine alıyor. CHP’de devleti kendisine bağlıyor ki 1950’de seçimleri kaybedip de muhalefete düşünce, devlet malını ve parti malını ayırmak Demokrat Parti’nin yıllarını aldı. Halkevi dediğiniz binaları devlet yaptırıyor ama CHP’nin mülkiyetinde. Kendisini devlet olarak gören bir parti var. İş Bankası hisseleri gibi mülkiyet meseleleri yaşandı o dönemde.
CHP, çok partili hayata geçildikten sonra tek başına iktidara gelemedi. 1973 ve 1977’de çoğunluğun partisi haline gelmekle birlikte bir iktidar dönemi yaşayamadı. Bugünkü CHP, eski dönemin özlemiyle yanıp tutuşan, “tekrar o tek parti iktidarı elimde olsa da göstersem gününü” türünden bir anlayışla devam ediyor diyebiliriz. “Biz hancı, siz yolcusunuz” anlayışının İnönü ve ekibinden bugünkü CHP’ye miras kaldığını görebiliriz. Burada bir anlayış zehirlenmesinin sonuçlarını görüyoruz. Parti kendini sistemin dışına itecek. Ancak o zaman İnönü’nün gerçekten öldüğüne kanaat getirebileceğiz. CHP’nin uzatmaları oynadığı kanaatindeyim. 1950 ve 1960’ta böyle olabilirdi ama Türkiye artık o dönemin çok ötesinde. Bir gelişme ve farklılaşma yaşanan Türkiye’ye, CHP’nin verebileceği hiçbir şey kalmadı. Türkiye’ye yapabileceği en büyük iyilik, kendisini kapatmasıdır.
SİYASİ, EDEBİ ELEŞTİRİLER YAPILMALI
Resmi tarihin üzerinde koruyucu bir zırh olduğu için rahatça konuşulup, tartışılabilen bir alan olmamış. Hakkında bilimsel diyebileceğimiz kitaplar, hala bugün bile yazılamamış. Hukuki olarak doktora tezleri yaptırılmalı, siyasi, hatta edebi olarak eleştirileri yapılmalı. Bugüne kadar dört başı mamur bir Lozan kitabı yazılamadı. Bu konuda tarihçiler suskun olduğu için sık sık Cumhurbaşkanımızın konuşmalarına atıfta bulunmak zorunda kalıyoruz. Tarihçilerin sustuğu bir ülkede Cumhurbaşkanı tarih öğretiyor. Cumhurbaşkanımız, Lozan meselesine şöyle bir formül bulmuştu “Sevr’i gösterip Lozan’a razı ettiler.” Sevr onu ortaya atanların bile uygulanmayacağını bildiği ölü doğmuş bir anlaşmaydı. Lozan’da İsmet İnönü başarılı olamadı. Başarılı olabilecek ne diplomatik kariyeri ne birikimi vardı ne de dünyada neler olup bitiyor bunu kavrayabilecek bir kapasiteye sahipti. Dolayısıyla orada sağlanabilen şey şuydu, Türkiye’nin bağımsız bir devlet olması güvencesi. Bir de kapitülasyonların kaldırılması konusu dışında öyle dişe dokunur bir başarı söz konusu değil. Elbette bu ikisinin elde edilmesi önemli olmakla birlikte, zaferimizin karşılığı bu olmamalıydı. Bunların hiçbiri başarılamadığı için Lozan’da İsmet Paşa’nın bir başarısından söz etmemiz mümkün değil.
EGE VE KIBRIS’TA ÇOK YANLIŞ YAPILDI
İnönü’nün Yunanistan ilişkileri nasıldı?
1930 yılında mübadele meselesi olmuş, Türkiye’den 1 milyon insan gitmiş oradan 300-400 bin insan gelmiş ve bunların sorunları var. Yani bir şeylerin konuşulması lazım ama konuşulmuyor. Başbakan Venizelos ülkeye çağrıldı ve kral protokolüyle karşılandı. Türk-Yunan dostluk anlaşmaları imzalandı. 1930’lu yıllarda Türkiye Yunanistan’a taviz üstüne taviz verdi. Lozan’da verilen taviz, Batı Trakya’nın bırakılması ki yüzde 70’i Müslüman Türk’tür. Yüzde 70’i Türk olan bir yer bizim sınırlarımız içine değilse Misak-ı Milli ne oluyor o zaman?
1936 yılında Yunanistan, Bakanlar Kurulu kararıyla Ege’deki karasularını 3 milden 6 mile çıkarıyor. Bu 6 mil bizim kara sularımızın içine kadar giriyor, hatta geçiyor. Türkiye 1936 yılında buna tepki vermiyor çok ilginç. 1936’dan 1964 yılına kadar ses yok Türkiye’den. Ege ve Kıbrıs konusunda arka arkaya o kadar yanlış yapıldı ki Türkiye şu anda o yanlışlardan bir doğru çıkarmaya çalışıyor. Kolay bir mesele değil.
2. Dünya Savaşı başladı, bu tarihte 12 Ada İtalyanların elindeydi. Türkiye’ye teklifte bulundular İtalyanlar “bunları biz sizden almıştık, gelin İngilizler işgal edeceğine siz alın” dedi. Ankara’dan verilen cevap bizim “yabancı topraklarda gözümüz yok” oldu. Hitler baktı ki Ege’de üstünlüğü İngilizler ele geçirecek, bunun üzerine komandolarını gönderdi ve 12 Adayı onlar işgal etti. İtalya gidiyor, Almanya geliyor komşu değiştiriyoruz ama bizden çıt yok. Bu sefer ne oldu, Alman adaları oldu 2 yıl. 1945 senesinde de Hitler yenilmeye başlayınca bize teklifte bulundu. Bu sefer Almanlar “gelin biz gidiyoruz bunlar sizin. Siz İtalyanlara vermişsiniz onlar da yok gelin bunları İngilizler ve Yunanlar almadan siz alın size devredelim” diyor. Ankara’dan yine aynı cevap “bizim yabancı topraklarda gözümüz yok.”
İnönü konusu bitmez, kapağı daha yeni açılıyor. Üzerinde düzgün bir çalışma yok. Şevket Süreyya’nın 3 ciltlik “İkinci Adam” adlı kitabı dışında doğru düzgün bir çalışma yok. İnönü dosyası epeyce kabarık olmakla birlikte, yeterince işlenmiş ve yoğrulmuş bir konu değil. Bu kadar yakın bir dönemde yaşamasına rağmen malzemeleri toparlayamıyoruz. Kitapta 1. Dünya Savaşı’nın sonunda ki Birüssebi yenilgisinden başlayarak, İstiklal Savaşı yıllarındaki başarısızlıkları, arkasından Lozan ve Lozan’daki tereddüt, beceriksizlikleri, başbakanlığı ve daha sonra cumhurbaşkanlığı döneminde yaşananlar, 1946 seçimleri, Boraltan Köprüsü faciası ve ondan öncesinde Nazilerin Sovyetlerden esir aldığı Türkiye’ye sığınmak isteyen Türk soydaşlarımızın içeri alınmaması ve Stalin’e teslim edilmesi olayından vefatına kadarki dönemi anlatmaya çalıştım.