Siyaset bilimci Savaş Barkçin, gerçek siyasetin insan olmak ve insan yetiştirmek olduğunu söylüyor. Barkçin, “Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, Rasim Özdenören’lerdir gerçek siyasetçiler. Gerçek siyaset, fazileti, erdemi, ilmi, bilgiyi, düşünceyi temsil eden insandadır. Günü sabahtan akşama kadar sınırlı ve sorunlu bir siyasi alanda uğraşarak geçirende değil. Ne iş yapıyorsak orada güzeli ve doğruyu yapmaya gayret etmektir gerçek siyaset. Şikayet ettiğimiz ne varsa ancak bu şekilde kurtulabiliriz” diyor.
Yerli ve milli olmak, Osmanlı, medeniyet gibi kavramların çok kullanıldığı günümüzde, bu büyük kelimelerin içini doldurup dolduramadığımızın peşine düştük. “Kendimiz olmak” kavramı üzerine çalışan Siyaset Bilimci Savaş Ş. Barkçin’le hem siyaset hem de şahıslar üzerinden kendimiz olmanın yollarını aradık. Uzun yıllar bürokraside görev alan ve son olarak da Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanlığından emekli olan Barkçin, kurumsal siyaset dediğimiz parti siyasetinin çok sınırlı ve sorunlu bir alanı kapsadığını ifade ediyor. Siyasetin üretim alanı değil, tüketim alanı olduğunu belirten Barkçin’e göre insanlar siyasette tükeniyor. Toplumda insan inşa etmeye vereceğimiz ağırlığı, siyaset dediğimiz çok küçük bir alana yığdığımız için bütün doğruluk ve güzellik kanallarımızı kuruttuğumuzu söyleyen Barkçin, “Gerçek siyaset insan olmak ve insan yetiştirmektir” diyor.
Son yıllarda yerlilik ve millilik, Osmanlı, medeniyet terimleri çok fazla kullanılır oldu. Bir anlamda kendimiz olmayı anlatan kelimeler bunlar. Kendimiz olmayı ne zaman bıraktık?
Kendimiz olmayı yaklaşık iki asırdır bıraktık. Osmanlı’nın daha önce galibiyet penceresinden gördüğü batıya askeri yenilgileriyle beraber özgüveninde bir sarsıntı meydana geldi. Biz yıkımın psikolojisi içerisinde yaşadığımız, batıyı her şeyden yüce görmeye alıştığımız için, o şoku anlamamız mümkün değil. O dönemde başlayan psikoloji yavaş yavaş önce muadiliyet, daha sonra mağlubiyet, en son teslimiyet boyutuna geldi. Dolayısıyla bu kendimizi kaybetme sürecimizi sanki gücü kaybetme gibi anladık. Batı çok güçlü olmuş, bizim de gücümüz düşmüş, o zaman biz gücün peşine düşelim dedik. İki asırdır bunun içinde debeleniyoruz. Biz gücü kaybetmedik, kendimizi kaybettik. Gücü aradıkça kendimizden daha da uzaklaşıyoruz. Çünkü gerçek güç “kendisi” olmaktır. Bu şahıslar için böyleyken, toplumlar için de, medeniyetler için de böyle.
BOZULMA BİZDE BAŞLADI
Şahıslar olarak baktığımızda kendimiz olabilmek ne demek? Kendimiz olabilmek için neler yapmamız gerekiyor?
Mesela ben siyaset bilimciyim, ders anlatırken kendim gibi değil de, birileri gibi anlatıyorsam, orada samimiyet olmaz. Samimiyet olmayınca kulluk eksik olur. Bir mümin başkaları gibi yapamaz, çünkü samimiyet mecburiyeti var. Her insanın biricikliğine saygı duymak gerekir. Allah öyle emrediyor, Resulullah (sav) öyle yaşamış, öyle yaşatmış insanları. Karakterlerini yok etmemiş, FETÖ gibi tek düzeleştirmemiş. Hz. Ömer, Ömer olarak kalmış, Hz. Ebubekir de Ebubekir. Ben mümin isem benim ders verme tarzımın da müminlik edebine uyması gerekir. Küfür zaten bölen şeydir, yaran şeydir. İkilik demek olduğu için karşısındakini tehdit olarak görür. Batıdaki ırkçılığın temeli küfürdür. Mümin sürekli, ben hak üzerine mi nefsim üzerine mi davranıyorum diye kendini kontrol etmeli. Bunu yapmıyorsa o da aynen kafir gibi nefsi neyi emrediyorsa onu yapar. Her suçu sisteme atmaya başladık. Sistem dediğimiz şey devlettir ve onu yönetenler yine insanlardır. Kişilerdeki yamulmayla sistemdeki yamulma paralellik taşır. Çünkü kişiler bozulmasa, toplumdaki genel doğrular bozulmaz. Kendilik olmaktan çıkma olayının merkezi de biziz üstelik. Bozulma bizde başladı, çünkü hilafet bizdeydi ve Gana’daki Müslüman “Halife hazretleri böyle bir şey yapıyorsa, uygun bir şeydir herhalde” diyerek bizi referans aldı. O yüzden biz burada toparlanmadıkça, diğer insanlara vereceğimiz hiçbir şey yok. Mesuliyetimiz daha büyük.
KİŞİLİK SAHİBİYSEN EN GÜÇLÜ SENSİN
Kişisel olarak kendimiz olmayı bıraktığımız için toplumsal olarak da kendimiz olamıyor muyuz? Siyasetten sosyolojiye kadar toplumsal olarak kendimiz olabilmenin yöntemi nedir?
Biz batıdan çok yanlış şeyler alıyoruz. Onlardan bir tanesi büyük büyük kavramlarla çok çıplak gerçekleri balonlaştırmak. Mesela devlet diyoruz, devlet dediğimiz şey sensin, benim. Seçim yapıyorsun ve seçtiğin insanlar devleti oluşturuyor. Hadisi Şerifte yer aldığı gibi, “kişiler layık olduğu şekilde yönetilirler” veya ayeti kerime “Siz kendinizdekini değiştirmezseniz, Allah sizin hakkınızda takdir ettiğini değiştirmez”. Bunu biz hep siyasetle algılıyoruz. Halbuki İslam’daki gerçek kuvvet ahlaktır. Çünkü mümini farklı kılan ahlaktır. Resulullah Efendimiz çevresine o kadar kişi toplarken askeri bir gücü veya holdingi yoktu. Vefat edeceği zaman yüz bin kişi onun veda hutbesini dinlemeye geldi. O yüz bin kişi nereden geldi? Sosyal medya yok, duyuru kanalları yok, hangi güç onu yapıyor? Biz geçmişe bugünkü ihtiyaçlarımızı yansıtarak bakıyor ve bana para, makam lazım diyoruz. Biz niye bu kadar küçük görüyoruz kendimizi? Sen kişilik sahibiysen en güçlü sensin.
Siyasi güç de gerekiyor bir yerde. Bir Recep Tayyip Erdoğan birçok şeyi değiştirmedi mi?
Siyaset üretim alanı değil, tüketim alanı. İnsanlar tükeniyor, düşünceleri tükeniyor, siyasetten ortaya çıkmış bir düşünce duydunuz mu hiç? Tam tersi lazım ama biz işi tersine çevirdik, toplumda insan inşa etmeye vereceğimiz ağırlığı, siyaset dediğin çok küçük bir alanda, sınırlı ve sorunlu bir alanda destek aramaya çevirdiğimiz için, bütün kaynaklarımızı, enerjimizi, muhabbetimizi çoluk çocuğumuzu o küçük ve sorunlu alana yığdığımız için, toplumdaki bütün doğruluk ve güzellik kanallarımızı kuruttuk. Halbuki burada çoğaltınca siyasete de göndereceğin kalite yükseliyor. Tayyip Bey örneğine bakın, mütevazi bir anne babanın çocuğu olan, çok mütevazi bir kökten gelen bir insan, Necip Fazıl okuyarak yetişmiş bir insan. Sadece bunlarla ve kendine koyduğu bir dava ile bir ülkede neler değiştirebiliyor. Ülkeyi geçtim dünyada neler değiştirebiliyor. O zaman bunun sayısını çoğaltmak mı iyidir yoksa çoğaltmamak mı? Güç arayan insan sayısı değil, kalitesi yüksek, karakteri olan insan yetiştirme meselesi bu.
GERÇEK SİYASETÇİ İNSAN YETİŞTİREN KİŞİDİR
100 küsur yıldır kendi siyasetimizi yapamıyoruz. Bir şekilde dışarıya bağımlıyız. Son zamanlarda kendimize dönmek için yaptığımız hamleler var. Bu sebepten dolayı da bir şekilde bedel ödüyoruz. Kendi siyasetimizi yapmanın yöntemleri neler?
Gerçek siyaset insan olmak ve insan yetiştirmektir. Gerçek siyasetçiler insan yetiştiren kişilerdir. Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, Rasim Özdenören’lerdir gerçek siyasetçiler. Nice tarikat mürşidleri, nice halkada ders veren insanlar, yasaklarla, zulümlerle boğuşup Resulullah’tan gelen ilmi aktarmaya çalışan gerçek alimler… Bizi yetiştirenler bir parti değil, ben bunları bir devlet kurumunda öğrenmedim, hatta devlet okullarında bile öğrenmedim. Gerçek siyaset yapan, yani insan inşa eden insanlarla tanıştık ya da eserlerinden faydalandık. Siyaseti yüz birimlik bir pasta gibi düşünün, kurumsal siyaset dediğimiz parti siyaseti yüzde ondur. Yüzde doksanı o toplumdaki dinamiklerden oluşuyor. Kendiliğimizi kaybedince kendiliğimize ait güç kavramını da kaybediyoruz. Gerçek güç, müminlerin güç algısı batılılardan veya mümin olmayanlardan tamamen farklıdır. Gerçek siyaset, fazileti, erdemi, ilmi, bilgiyi, düşünceyi temsil eden insandadır. Günü sabahtan akşama kadar sınırlı ve sorunlu bir siyasi alanda uğraşarak geçirende değil. Evet onlar zor bir işi yapmak için girmişler bu yola, Allah iyi niyetli olanlara kuvvet versin. Onlara bizim yardımcı olmamız lazım. Toplumdaki hayrı çoğaltacağız ki o yüzde onluk alana daha çok hayır aksın. Ne iş yapıyorsak orada güzeli ve doğruyu yapmaya gayret etmektir gerçek siyaset. Şikayet ettiğimiz ne varsa ancak bu şekilde kurtulabiliriz.
***
İMANI OLMAYAN İNSAN İLERİDE OLAMAZ
Dışarıyı seyretmekten kendimize bakmayı unuttuk diyorsunuz bir söyleşinizde. Bizden ilerdeyseler hiç mi dışarıya bakmayacağız? Bunun ölçüsü ne olmalı?
Ben yine iman ölçüsüyle bakarım, imana sahip olmayan insan ileri olamaz. Benim yönüm Allah. Sıfatları da yanlış kullanıyoruz iki asırdan beri. Terakki merakki diyoruz, böyle bir şey yok. Her dönemde bilim olur, her dönemde ondan teknoloji elde edilir. Bizim asıl sorunumuz bir yarış sorunu değil. “Batı bizden önce koşuyor, bizim gidip onu yakalamamız lazım” bakış açısı edilgen bir psikolojidir. Kendiliği yok eden bir psikolojidir. Senin kendi içinde zaten devşirebileceğin ve bu yönde batıdan veya dünyanın başka merkezlerinden alabileceğin değerler var. İşin esası insan olmak, insana değer vermek, insanın düşüncesine değer vermek. İnsanların düşüncelerine kıymet verince insanların ortak noktalarını kıymetlendirmeye başlıyorsun. Düşünce çoğaldıkça bilim çoğalıyor, bilim çoğaldıkça teknoloji ortaya çıkıyor. Müslümanlar gaibe iman eden insanlardır. Bu bile tek başına inanılmaz bir kuvvettir. Müslüman soyut âleminin insanıdır. Müslümanların gaib ile ilgili olan bilimde, düşüncede, tefekkürde, tasarımda sanatta en ileride olmaları gerekiyor, ama kendi zenginliklerini yokmuş gibi farz edip her şeyi batı takıntısıyla batı üzerinde görmeye alıştıkları için, kendi kaynaklarını da kullanamıyorlar. Kendi mütefekkirlerine küfrediyorlar. Batının iki bin seneden beri sürekli şerh ettiği Aristo ve Eflatun’un türevlerini takip etmekle yetiniyorlar. Bunu her şeyi batıdan ibaret gören, kısa ömrümüzü batılı gibi geçirelim, onları şak şaklayalım diyen insanlara yakıştırabiliriz de dindarlara ne oluyor? Zamanın ve mekanın Allah’a ait olduğunu düşünenlere ne oluyor? Bizim şaşkınlığımız daha da beter.
***
KÜFRÜN İÇİNDEN HAYIR ÇIKMAZ
Şu dönemde dindar insanların en büyük dertlerinden biri çocuklarını kendi kültürüne göre yetiştirememek. İnternetin her eve girmesiyle birlikte dünya Batı medeniyeti etrafında dönüyor. Bu da hem kompleksi hem de yabancılaşmayı beraberinde getiriyor. Bu zamanda nasıl kendimiz olabiliriz ki?
Müslümanın zamanla veya mekanla ilgili bir derdi yok. Müslüman her zamanın ve her mekanın insanıdır. “Modern zamanda yaşıyoruz,” “modernlik bizi mahvetti,” “postmodernlik araba gibi çarptı” diyemeyiz. Cahiliye döneminin farklı versiyonları bunlar. Küfrün içinden zaten hayır çıkamaz. İçinden hikmet gereği seçebileceğin doğruluk ve güzellik parçacıkları olabilir ve sen bunları alabilirsin. Hikmet müminin yitik malıdır, nerede bulursa alır. Hikmeti hikmet ehli alır. Sen hikmeti felsefeyle yer değiştirmişsin, felsefeye hikmet nazarıyla bakıyorsun. Küfrün ürettiği düşüncede bir hayır olacağını düşünüyorsun. İman da gidiyor bu sefer. Bizim bir aslımız var, o da Allah’tır. Biz bunun farkında olduğumuz için mümin oluyoruz. “Zamana sövmeyiniz” der hadisi şerifte, sövmek de caiz değil, yükseltmek de. Zaman ve mekan Allah’ın sana verdiği bir imkandır. Her nimet gibi imtihana tabidir. Ben hangi çağda yaşarsam yaşayım, elimde ister akıllı ister akılsız telefon olsun, sınıfta ister akıllı ister akılsız tahta olsun ben akıllı olmakla mükellefim zaten. Anne baba eğer ahlak üzere ise, uyanıklık üzere ise, imanı asılları yapmışlar ise, o çocukları istediğiniz yere bırakın, hiçbir şey olmaz.
***
SADAKA TAŞI DA BİR TEKNOLOJİDİR
Kendimiz olurken bir öncelik meselesi var mı? Mesela Ayn Rand’ın başını çektiği liberteryanizm gibi kendimize dönmek, kendimizi donatmak, kendimiz olmak, yani hep kendimiz mi, yoksa önce kendimiz, sonra zaten çevremiz mi olur? Nasıl bir yöntem izlemeliyiz?
Kirli bir küfür mantığı bunu söyler, çünkü küfür mantığı “ben” ve “diğerleri” diye ayırır. Ben, benlik, bencillik, ben tapkınlığı… Küfür yolu böyle döşenir. Firavun bir sabah uyanıp ben tanrı olayım demedi. Aynı yöntemi takip etti o da. Ben dedi, benlik haline geldi, benliğini okşadıkça bencillik oluştu, bencillik oluşunca zaten karşısındaki insanların sorumluluğu filan olmaz, fedakarlık etmez, sadaka vermez, zekat vermez. Küfür ikiliktir, birleyemez, “benim üzerimde başkalarının hakkı var, başkalarının üzerinde benim hakkım var” diyemez. Bu ancak müminde olan bir şeydir. İyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak namaz kadar, oruç kadar, zekat kadar farzdır. Bu itikada sahip dinin mensupları “bana ne milletten, ne yaparlarsa yapsınlar” diyemez. Bunu batılı kavramlarla anlayamazsınız, batılı gibi olursunuz. İsmimiz Müslüman elhamdülillah, kapalıyız, namaz kılıyoruz, dindar okullara çocuklarımızı gönderiyoruz, ama ticarete, siyasete bakış açımız batılı gibi. O zaman kafirden bir farkımız kalmıyor. Nereye baksak ahlakta eksikliğimizi görüyoruz. Ahlak dediğimiz mümini mümin yapan şey. Benim bahsettiğim kendilik, şahsiliğin tam tersidir. Çünkü mümin şahsilik üzerinden tanımlanmıyor. Sen emanetçisin. Canın da emanet, malın da. O yüzden atalarımız kuş evi yapmayı akletmiş, çünkü canlı cansız her şeye emanet gözüyle bakıyor. Böyle bir teknoloji İslam medeniyetinden çıkıyor. Akıllı telefon teknolojisinden daha asil, daha gerçek teknoloji sadaka taşıdır. Şimdi sen bu hürmet duygusunu, emanet duygusunu kaybedince, bayrağına İslam da yazsan, müminim diye gezemezsin. Önce imanını bir tahkik et. Niyetini bir tashih et, ahlakına, adımına dikkat et. Mahşerde bunlardan sorulacaksın. Eğer buna inanmıyorsan, Müslümanım da diyemezsin.