Post Öykü Genel Yayın Yönetmeni Aykut Ertuğrul, Necip Fazıl Hikâye-Roman ödülünü aldı. Ertuğrul’u öykülerindeki sıra dışılıklarından tanıyor ve okudukça sıra dışılıkların, sıra dışı olmadığını anlıyoruz. Zaten Aykut Ertuğrul da “Cinlerin varlığı ile çay kaşığının varlığı arasında bir fark yoktur” dedikten sonra bir de “Bizi inşa eden mitlerin bizi inşa eden masalların, bizi derken bütün bir kültürü kastediyorum, önemli olduğunu ve hikâyelerde de yaşamaya devam etmesi gerektiğini düşünüyorum” diyor.
-Necip Fazıl Kısakürek Hikaye ve Roman Ödülü aldınız, öncelikle hayırlı olsun. Bu bağlamda bize Necip Fazıl’ın sizdeki yerinden bahseder misiniz?
Teşekkür ederim. Necip Fazıl Kısakürek’in şiirleriyle, öyküleriyle, yazılarıyla olduğu kadar hatta belki daha da fazla hayatıyla üzerimizde büyük bir etkisi olduğu açık. Ödül vesilesiyle tekrar düşündüm elbette ve beni Necip Fazıl’ın en çok coşkusunun etkilediğini fark ettim. Neye yönelirse yönelsin büyük bir coşkuyla yönelmiş olması; şiir yazarken de, insanların önüne çıkıp konuşurken de böyle. Mesela onu müsriflikle suçlayanlar değil de -kimin yorumuydu hatırlayamadım- “parayı ona hakaret eder gibi harcardı” diyenler daha çok dikkatimi çekiyor bu yüzden. Rasim Özdenören’in bir hatırasını okumuştum, çocuğuna oyuncak alırken o kadar abartıyor ki, Cahit Zarifoğlu dayanamayıp “Üstad, çocuğun hiç mi oyuncağı yok?” diye soruyor. Alırken, harcarken, severken, yazarken, kızarken ve elbette sigara içerken dahi abartmak, coşkuyla abartmak Necip Fazıl’a çok yakışıyor gibi geliyor bana.
-Peki, bu toplum Necip Fazıl’ı niye bu kadar sevip sahiplendi? Coşkusundan mı fikirlerinin yüceliğinden mi?
Evet, bunun payı elbette vardır ama bu yeterli değil. Bence kalabalıklar, kitle, söylenen sözlerden ziyade söyleyen kişinin samimiyetine, içtenliğine ve kendi davasına olan inancına ve coşkusuna bakıyor. Necip Fazıl da şüphesiz bir şeyi görmüş, bir şeye inanmış ve büyük bir samimiyetle konuşmuştur. Gördüğü şeylerden birisi, bütün bir Cumhuriyet tarihi boyunca, hatta biraz daha geriye, batılılaşma furyasının başlangıcına gidersek, gömülmeye itilmeye hapsedilmeye çalışılan bir medeniyetin bir kültürün sesi. “Öz yurdunda garipsin öz vatanında parya” diye tam da bu yüzden haykırmış olsa gerek. Beni onun hayatından veya eserlerinden etkileyen birçok şey var ama en çok bunlar etkilemiştir.
Bizi inşa eden mitler önemli
-Öykülerinizde olağanüstü olaylara fazlaca rastlıyoruz fakat benim bunlara fantastik diyesim gelmiyor. Siz nasıl tanımlıyorsunuz?
Doğrusu bunlara ben de fantastik diyemiyorum, demiyorum. Bazı şeyler üzerimize yapışıyor ondan kurtulmak da kolay olmuyor, neden fantastik demediğimi beni tanıyanlar, yazdıklarımı okuyanlar biliyorlar üç aşağı beş yukarı, ama kısaca tekrar etmiş olayım. Bildiğimiz anlamda fantastiğin tanımını ilk yapanlardan, kavramsallaştıranlardan biri Todorov’dur. Bizim yapmaya çalıştığımız şeyle Todorov’un fantastik tanımı arasında dağlar kadar fark var. Kabaca fantastiğin temel unsuru olarak okurun ve kahramanın olağanüstülükler karşısında duyduğu hayreti alıyor Todorov. Bizimle alakası yok.
Halihazırdaki fantastik tanımları ne peki?
Kabaca “doğaüstü olayların anlatılması”. Ama biz hikâye yazarken anlatının merkezinde doğaüstü olaylar/öğeler olmuyor ki. Daha doğrusu biz bu öğelere modern insanın ya da modern sanat anlayışının baktığı gibi doğaüstü diye bakmıyoruz. Bu başlı başına seküler bir ifade. Biz daha çok kültürümüzün zaten içinde olduğu meselelerle uğraştık. Diyelim işte Acâibü’l Mahlûkat diye bir atölye yaptık, bu kültürün masallarından etkilenerek yeni hikâyeler yazabilir miyiz diye sorduk ve denedik. Geleneksel anlatıyı merkeze alan hikayeler yazalım, öyküler yazalım istedik. Geleneksel anlatıya döndüğümüz anda geleneksel dönem insanının hayata nasıl baktığını da bilmemiz lazım geldi. Onlar için doğaüstü bir tanım yok. Mesela Muhammed Enis’i cin çarpmış dendiğinde -Allah korusun-, kimse “oo ne kadar da fantastik” demezdi. Geçmiş olsun denir ve çok doğal karşılanırdı bu.
Cinlerin bu dünyadaki varlığı fantastik değil gayet gerçektir, biz buna inanırız. Cinlerin varlığı ile çay kaşığının varlığı arasında bir fark yoktur. Her an sağımızda ve solumuzda yazıcı meleklerle yaşamıyor muyuz? Bunu reddeden anlayış modern dünyanın, modern düşüncenin anlayışıdır. Modern dünya, dokunulabilir bir gerçeklikten bahsediyor, sonra onun üstünü anlatanlara fantastik diyor. Kabul edilebilecek bir anlayış değil. Peki neden “fantastik” yazıyorum veya niye bu işlerle uğraşıyorum? Bizi inşa eden mitlerin bizi inşa eden masalların, bizi derken bütün bir kültürü kastediyorum, önemli olduğunu ve hikâyelerde de yaşamaya devam etmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü son tahlilde yine geleceği inşa edecek olan şey anlattığımız hikâyelerdir.
Hangimiz sevmiyoruz ki
-Öykülerinizde sürekli karşılaştığımız bir kaplan figürü var, neden? Kaplan ne ifade ediyor?
Özenti galiba. İlk bakışta öyle gibi görünüyor. Hatta belki Borges özentisi. Onun kaplan sevgisi malum. William Blake’in kaplan şiiri, o şiirdeki duygu bana göz kamaştırıcı gelmiştir oldum olası. Ama kaplanı mı yoksa onun ifade edilişindeki göz alıcı yetenek mi asıl ilgimi çeken emin değilim. Yine de en eski insanlardan bu yana bazı hayvanların kutsal sayıldığı malum. Kaplan, aslan, geyik, at, kartal, kurt gibi. Bunu bütün mitlerde görüyoruz. Sanırım insanoğlu saydığımız hayvanlara kah görünüşlerinden, kah huylarından, kuvvetlerinden, kah edalarından dolayı bir çeşit asalet atfediyor… Kendi ihtiyacı olan yüceliğin parçalarını, yansımalarını görüyor onlarda. Diye uzar bu mevzu. Bir yerlere bakmadan bunun sebepleriyle ilgili eksiksiz bir yorum getiremem. Gördüğün gibi açıklamalarım “hangimiz sevmiyoruz ki azizim?” boyutunu aşamadı.
-Kitabınızda günlük hayatınızdan izler var, askerlik ve editörlük yaptığınız aşikar. Günlük ve geçmiş tecrübelerinizin, askerliğin öykülerinizde bulunmasını bir sonuç olarak mı yoksa bir teknik olarak mı değerlendirmeliyiz?
Teknik bir sonuç olarak değerlendirmeliyiz. Şaka bir yana yakın bir zamana kadar kendi geçmişimle ilgili tecrübeleri hikâye etme konusunda çok tedirgin ve korkak davranıyordum. Beceremeyeceğimi düşünüyordum çünkü bir öykü yazarken biz o olaya o karakterlere belli bir mesafeden bakabilmeliyiz hikâye anlatıcıları olarak. Zaman zaman denediğim oldu ve mesela tecrübelerimden yola çıkarak yazdığım ve beni çok duygulandıran bir öykü benim bu anımdan haberi olmayanlarca okunduğunda zayıf bulundu. Üstelik haklılardı. Bu da benim yazar olarak yetersizliğimi gösteriyordu aslında. Yani ben o anımla, o hatıramla arama yeterince mesafe koyamamışım demek ki. Birkaç kötü tecrübeden sonra bundan uzak durdum fakat sonra belki biraz daha kendime güven kazanınca bu mesafeyi koymayı öğrenmeye başladım.
İnsan ne anlatırsa kendini anlatır
-İnsan kendini anlatırken belli bir mesafe mi koymalı diyorsunuz? Nasıl koyulur mesafe?
Zaten insan eninde sonunda ne anlatırsa kendisini anlatır. Bir ejderhayı anlatırken de kendimizi anlatırız, hiç tanımadığımız hiç bilmediğimiz tecrübe etmediğimiz bir şeyi anlatırken de. Fakat birebir yaşadığımız, tecrübe ettiğimiz şeyleri eğer az önce bahsettiğim mesafeyi korumayı öğrenip anlatabilirsek çok daha iyi bir şey yapmış olacağımızı fark ettim. Bir de şu var, bizi yanımızdakinden ayıran, müşahhas kılan kişisel tecrübelerimiz. Mesela benim durumumda askerlik tecrübesi, bana ait bir durum. Yani başka kaç öykücü önceki hayatında askerdi veya askerken öykü yazmıştı ki? Yani kimse benim yaşadıklarımı yaşamadı dolayısıyla beni yanımdaki yazarlardan ayıran şeylerden birisi bu, benim yaşadıklarım, benim tecrübelerim, benim hissettiklerim. O yüzden asker öyküleri yazmaya kendimi ikna ettim, ama hala bir parça tedirginlik yaşadığım için, sürekli olarak deneyip çekiliyorum.
Borges’le çok anılırsam üzülürüm
– Neden Borges?
Aslında bu da üstüme yapıştı, tamam Borges’i seviyorum, çokça anıyorum, çok fazla beğenerek okuduğum yazısı, öyküsü oldu ama beni en çok etkileyen ve en sevdiğim yazar Borges değil. Mesela ben Borges’in iyi bir öykücü olduğundan daha çok iyi bir deneme yazarı olduğunu düşünüyorum. Öykülerinden çok denemelerinin daha kıymetli olduğunu düşünüyorum. Çünkü müthiş bir okur zaten. Borges’in yanına bir sürü isim yazabiliriz. Mesela Oğuz Atay, Tanpınar, Sezai Karakoç, İsmet Özel çok önemli benim için. Bir öykü yazarken ister istemez imgeleri yardıma çağırıyoruz ya, ben yardıma çağırdığım her imgede İsmet Özel’in, Sezai Karakoç’un gölgesini fark ediyorum mesela. Evet Borges’in de gölgesi var, mesela kaplan imgesini konuştuk; Borges’ten ç-alma. Ama Márquez’in gölgesi de var. Kazancakis’in gölgesi de var. Açıkçası ilerde bir gün -o zaman metinlerimiz hala ayakta olur mu bilemeyiz ama- adım Borges’le çok anılırsa üzülürüm.
Diğerlerinin yanında neden Borges’i de sevdim diye sorarsak, yine ona da dürüstçe cevap vermek gerekir, çünkü hikâye anlatma biçimi bana çok uygun geliyor. Ne yapıyor hikâye anlatırken, çok temiz, kabul edilmiş bir gerçeği alıyor ve ona bir de dönüp etrafından, öte tarafından bakıyor. Önce muğlaklığı işaret edip sonra bu muğlaklığı müthiş estetize ediyor. Gerçekle hayal arasındaki, dünya ile öte dünya arasındaki muğlaklığı, labirentler, aynalar gibi kadim metaforlarla estetize ediş biçimine hayran olmamak elde değil.
***
DERGİCİLİK GENÇLERLE OLUR
-Yazarlığınızın yanı sıra birçok öykücü gencin yetişmesine de vesile oluyorsunuz, gençlerle ilgilenmek ve onların gelişimlerine tanık olmak nasıl bir duygu?
Bu çok bilinçli yaptığım bir şey değil, başka türlüsünü bilmiyorum. “Hadi hayatımın bu döneminde biraz da gençlerle ilgileneyim” diye bir karar almış değilim. Benim yaşamı, hayatı, algılayış biçimim, benim dergicilikten anladığım şey biraz bu. Aslında çok da genç sevici biri sayılmam. Yani Post Öykü’yü beraber çıkardığımız Ertuğrul ve Arda ile tanışıklığımızı hatırlıyorum da, kovmuştum onları yanımdan birkaç kez, kovmuştum derken çok da sempatik davranmamıştım. Bana böyle abi muamelesi mi çekiyorsunuz, aman ha ben o adam değilim diyerek uzaklaştırmıştım hatta. Ne zaman ki o ilişki daha eşit, denk; abi kardeş değil de; arkadaşlık ilişkisine dönüştü, işte o zaman sahici bir hal aldı.
-Gençlerin önünü açmak, onlarla ilgilenmek kötü bir şey mi?
Son 10 yılda gençlik meselesinin gittikçe daha çok fetiş hale geldiğini düşünüyorum. “Gençleri sevelim, aman gençlere öncelik verelim, aman gençleri dinleyelim”. Çok abartıldığını düşünüyorum. Bilakis gençlerden ziyade ustaları dinleyelim. Bunu kendimi de gençten sayarak söylüyorum. Gençlik vurgusunun çok fazla yapıldığını düşünüyorum, her yerde gençlik festivalleri, gençlik bilmem neleri falan var. Görüyorsun aslında böyle bir adamım, öyle gençlere “meftun” bir adam filan değilim. Ama dergicilik dediğin iş de bir ekiple, bir dostlukla ve gençlerle olur. Ya da şöyle söyleyelim, genç ya da ihtiyar, fark etmez, elinin altında bir dergi varsa esas görevin, iyinin üzerini örtmemektir. İyi esere saygı duymak, sayfalarını açmak zorundasın. Aksi, kötü niyetli bir eylem sayılır. Bir yandan da gençliğin dergicilikle büyük ortak noktası enerji. Dergicilik enerji ister, en azından benim anladığım anlamda dergicilik enerji ister ve o enerji ihtiyarlardan ziyade gençlerde olur. Bu yüzden de gençlere mecburuz aslında. Dergi çıkarmak istiyorsan gençlere mecbursun, evet başka türlü dergicilik anlayışları da var, ama o bana göre değil diyeyim.