Esas virüs akciğerlerimizde değil beynimizde

Korona sebebiyle alıştığımız hayat tarzından farklı bir hayat tarzına geçtiğimiz şu günlerinde, virüsün yayılmasını önlemek için evlere kapandık. Birçok iş yeri evden çalışma metodunu uygularken, okullar da online sistem üzerinden eğitime devam ediyor. Kısacası hızlı hayatımız bir anda yavaşladı. Ama öyle bir sistemin içindeyiz ki, her dakika ulaştığımız haber mecraları, yalan yanlış sosyal medya içerikleri sayesinde ruhumuz bir türlü yavaşlayamıyor. Kaygı artışı sayesinde güvenli evlerimizde bile kendimizi güvende hissedemiyoruz. Nefs ve mâneviyat psikolojisi üzerine çalışan Dr. Mustafa Merter Hocayla koronavirüsle hayatımıza giren yeni kaygı durumumuz üzerine konuştuk. Endişenin değişik sebepleri olduğunu söyleyen Merter, birinci boyutunun imanın zayıflaması olduğunu vurguluyor. “Esas virüs akciğerlerimizde değil, beynimizde” ifadesini kullanan Mustafa Merter, son yıllarda cep telefonlarından kaynaklı olarak tasanın düzeyinin arttığını ve koronavirüsle birlikte bardağın abartılı bir şekilde taştığını ifade ediyor.

 Koronavirüs sebebiyle tüm dünyayı saran panik haliyle ilgili ne söylemek istersiniz?
Öncelikle güzel bir haber ile başlayalım; bu hastalığın gerçek ölüm oranları yüzde 0.5 ila yüzde 1 arasında değişiyor ve İtalya gibi bazı ülkelerde izlenen yüzde 9.8 oranı, tamamen hastalığın yaygınlığının yanlış̧ değerlendirilmesinden kaynaklanıyor. Mesela İtalya’ya komşu ülke İsviçre’de ölüm nispeti bugün itibariyle yüzde 0.97, Almanya’da ise yüzde 0.47. Yani inşallah birkaç̧ ay sonra aynen Wuhan’da olduğu gibi hastalık kontrol altına alındığında, Prof. Ionnidis’in tahminlerine göre, bendenizin de dâhil olduğu (yaşım 73) özellikle riskli gruplardan yüzde 0.05 ila yüzde 1 arasında hastamızı kaybetmiş̧ olacağız. Çok ilginçtir, bu oran normal bir grip sezonunda risk grupları için izlenen oranlardan fazla değil. Tabii ki bu güzel haber, tedbiri elden bırakma mânâsına gelmiyor; çok ciddi bir salgın hastalıkla karşı karsıyayız ve Sağlık Bakanlığı’nın, hükûmetimizin kararlaştırdığı tedbirleri uygulamakla yükümlüyüz. Bizden olan ulu’l emre itaat ayrıca imanımızın da gereğidir (Nisa 4/59).

Tıp doktoru olduğum için işin bu boyutuna kısaca temas ettikten sonra şimdi de olaya psikolojik açıdan bakalım. Hiç̧ şüphe yok, en kötü senaryoları ciddiye almasak bile, yine de hastalığın gerçek tehlikesi ile orantısız bir şekilde pandemik bir kaygı ve kitlelere yayılmış bir panik atak eğilimi müşâhade ediyoruz. Anlaşılan esas virüs akciğerlerimizde değil, beynimizde ve bu “virüs”, korona olayından bağımsız olarak, aşağı yukarı yarım asırdır hızlanmış̧ bir şekilde genel mânâda kaygının artışına sebep oluyor.

ENDİŞENİN İLACI: İNFAK

 Koronavirüsten bağımsız olarak kaygının artış sebeplerini nelere bağlıyorsunuz?
Kaygının değişik sebepleri var.
 BİRİNCİ SEBEBİ: İmânın zayıflaması. Özellikle dünyaya ritim veren Batı medeniyeti, git gide dîninden, geleneklerinden kopuyor ve sekülerizm kaynaklı “psikoloji dîni”, esas dînin koruyucu vazifesini yerine getiremiyor. Böylece tüketim odaklı, hedonist, zevkperest, bencil, ahlaksız bir hayat tarzı bütün dünyaya medeniyet modeli olarak empoze ediliyor. Ve diğer kültürler, dinler, medeniyetler de bu hayat tarzından etkilendikçe benzer bir kaygı artışı gösteriyorlar. Halbuki dîn-i mübîn-i İslâm’dan bildiğimiz gibi, her türlü kaygının en tesirli ilacı, Bakara 2/274’te…”Sahip olduklarını gece ve gündüz, gizli ve açık Allah yolunda harcayanların ödülleri, Rabb’lerinin yanındadır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar asla üzülmeyeceklerdir”… zikredildiği gibi, alan bencil varoluş tarzından, veren varoluş tarzına geçmektir (infâk ve îsar ahlâkı). İşin maneviyat boyutu böyle.
 İŞİN İKİNCİ BOYUTU ise kaygının çok etkili bir sattırma aracı, tüketim toplumunun esas silahlarından bir tanesi olması.

Kaygı nasıl sattırıyor, biraz açar mısınız?
Mesela kaygı uyandırmak amacıyla, olmadık hastalıkların, durup dururken aranması gibi. Geçen gün beni özel bir hastaneden check-up yaptırmak için aradılar. Sizin yaşınızdaki bir insanın bu yaşa kadar şunları yapması lazımdı gibi bir sürü vehim uyandıran tekliflerde bulundular. Bütün mikrobiyofobiler ve bu sebeple satılan antiseptik malzemeler (perdeler, halılar, deterjanlar…) bir başka örnek. İhtiyarlamaya yani zamana karşı açılan savaş̧, kozmetik endüstrisi, estetik ameliyatlar, botox enjeksiyonları vs yüzlerce kalem bu şekilde
kaygı üretilerek,
insanları korkutarak,
yalan vaadlerle pazarlanıyor; ABD’de senelik kazanç̧ 50 milyar dolar.

Son senelerde meydana çıkan acayip beslenme alışkanlıkları ise, mesela ortoreksi, dünyanın büyük kısmının açlık çektiği zamanımızda, inanılmaz bir ahmaklık ve tabii ki hesabını veremeyeceğimiz bir günah. Misalleri çoğaltabiliriz; ama özet olarak bakarsak üretilmiş̧ kaygı, tüketimi artırmanın en önemli boyutu olarak karsımıza çıkıyor.

KORKUTMA MEKANİZMASI

Üçüncü boyutu ise, korkutma mekanizmasıyla politik dünyadaki bazı güçlerin insanları sindirmeleri ve mücadeleden ayırmaları. Yani, “çok büyük güç̧ karşısında hiçbir şey yapamazsın, en iyisi durumunu kabullen, mücadeleyi bırak” şeklinde politik bir güç̧ olarak da kullanılıyor.

Şimdi bu şekildeki bir kaygı artışını son 50 senedir bir bardağın içinde biriken suya benzetirsek, zaten bardağın taşması için son bir damlaya ihtiyaç vardı; işte korona fobisi bu mânâya geliyor. Ayrıca bu kaygı artışını şimdiye kadar etkileyen yayılma organı görsel reklam endüstrisi, medya, televizyon vs. iken, şimdi esas kaynak cep telefonları. Bütün insanlık hipnotize olmuş gibi izliyor; nitekim 2012 tarihinden itibaren, akıllı telefonları çıktıktan sonra kaygıda bir patlama daha yaşandı (J.Twenge, İnternet Nesli). Bu anlattıklarım koronavirüs öncesiyle ilgili.

Koronavirüsle birlikte, var olan bu kaygı artışında nasıl bir gelişme yaşıyoruz?
Evet yukarıda işaret ettiğim gibi artık bardak doldu; bu bardağın üzerine bir damla geldiği zaman artık bardak taşıyor; ama abartılı bir şekilde taşıyor. Koronavirüs tehdidinin olmadığını, hafife alınması gerektiğini, tedbirlerin alınmaması gerektiğini söylemiyorum. Ama bütün dünyada abartılmış bir şekilde bir koronavirüs histerisi başladı. Çok basit istatistikler var. Mesela grip sezonunda İsviçre gibi bir ülkede 2300 kişi normal gripten ölüyor. Bunların çoğu yaşlı, kanser hastası bildiğimiz risk grupları. Şimdiye kadar İsviçre’de koronavirüsten ölenlerin sayısı 103. Arada kıyas yapmak lazım. Tedbir alınacak ama zemberek artık patladı ve insanlar sürekli buluttan nem kaparak kaygı üretir hale geldiler.

KAYGILI İNSANLARDA BAĞIŞIKLIK DÜŞER

Bu düzeyde bir kaygının zararları neler olabilir?
Kaygılı insanlarda bağışıklık sistemi düşüyor. Bu da bilimsel olarak kanıtlanmış bir veridir. Depresyonlarda, kaygı hastalıklarında bağışıklık düşer. Bununla da bitmeyecek. Yarın öbür gün koronavirüs olayı sonlanacak, ama bu kaygı düzeyiyle yaşayan insanlar başka şeyler bulacaklar. Esas mesele, bütün insanlığın şuur-dışında biriken menfi gerilimin, kollektif şuur- dışımızın patlama noktasında olması. Başka psiko-somatik hastalıklarda belirgin bir artış izlenecek ve bu durum da ekonomilere çok ağır bir yük getirecek; daha sonraları ise kitlesel öfke patlamaları gelebilir. Diğer yandan da, bu kadar korkuttuğun insanlığı her türlü yönlendirebilirsin zaten.

Peki ne yapacağız o zaman? Çözümü nedir?
Senelerdir her toplumda, her mecrada “ekran zamanı”nızı azaltın diyorum. Bu ekran zamanı böyle devam ederse, şimdiye kadar hiç rastlamadığımız patolojik vakalarla karşılaşacağız. Ben tamamen kesip attım hayatımdan. Akşamları 20 dakika kadar haberlere bakıyorum, onun dışında bakmıyorum. Bakma oranımızla, ekran zamanımızla orantılı olarak kaygıda artış var. Başka bir benzetme yapabiliriz; ekran üzerinden aldığımız her görsel ve işitsel olumsuz haberi, beynimize attığımız bir jilet yarası gibi düşünebiliriz, hani sokaklarda kendine jilet atan zavallı çocuklar gibi. Beynimiz, emin olun delik deşik; harabe gibi olduk. Bendenize göre bu kaygı virüsünden kurtulmanın en etkili yolu, Matrix’in ana giriş kapısı olan o cep telefonundan kararlı bir şekilde uzaklaşmak, bütün ikincil avantajlarına rağmen; o yitirdiğimiz zamanı faydalı işlerle telafi etmek.

YİTİRDİĞİMİZ HAYATIN YASINI TUTUYORUZ

Koronayla olmasa bile çok daha farklı sebeplerle insanların hayatını kaybettiği mâlum. Bu pandemide insanlar ölümden değil de bilinmezlikten veya başka bir şeyden korkuyor olabilir mi?
Evet, baştan kabul etmesi biraz garip bile gelse, biz aslında kendi kendimizden korkuyoruz; yitirdiğimiz hayatın yasını tutuyoruz, kendi kendine borçlu kalmanın hüznünü yaşıyoruz, bize emanet edilmiş hayatı heba etmenin suçluluğunu yaşıyoruz. Ve belki de şuur-dışı saikası olarak, cezayı hak ettiğimizi bile düşünüyoruz; Korona ile kefareti öde ve kurtul…

Kaygı artışındaki sebepleri sıralarken seküler bir hayat tarzını saydınız en başta. Bir virüs yüzünden bu kadar panik yapmamızın sebebi, yaratıcıyı hayatımızdan çıkartmak, materyalist olmaktan mı kaynaklanıyor?
Aynen öyle. Yalnız şöyle bir şey var; bu sanal bağımlılık o kadar tehlikeli bir şey ki, baktığımız müddetle orantılı olarak, İslâm’ı yaşıyor olsak bile yani beş vakit namazımızı kılıyor, orucumuzu tutuyor, zekatımızı veriyor olsak bile, bu kaygı virüsü, günde şu kadar saat cep telefonlarına bakmaktan zihnimizi öyle istila ediyor ki, İslâm kalkanı artık işe yaramıyor. Normalde hepimizin bildiği tevekkül, teslimiyet, sabır, rıza gibi haller bize ulaşmıyor. Dolayısıyla İslâmi hayat tarzımızı artık ikinci, üçüncü vitese takmamız lazım. Yani hayır hasenât, nafile oruç, namaz vs. ile ibadetlerimizi arttırmamız lazım. Fakat bunları yaparken ekran zamanımızı asgariye indirmezsek, yine bir işe yaramaz.

BEYNİMİZDEKİ VİRÜSÜ SUSTURMAK ŞART

Salgın sebebiyle evlere kapandık. Hızlı hayatımız bir anda yavaşladı. Evde yapılabileceklerle ilgili tavsiyeleriniz olur mu?
Bir şey yapılabilmesi için evvela kaynağı kurutmak lazım. Bir şey yapabilmek için ekran zamanının azaltılması lazım. Azalttınız diyelim, ondan sonra ibadetlerini yaparsın, kendine bir araştırma konusu seçersin, insanlara faydalı olacak araştırmalar yaparsın. Ailemize normalde ayıramadığımız zamanı ayırmak, beraberce mûsikî edâ etmek, bahçe işleri yapmak gibi uğraşlar bize çok iyi gelebilir, ama beynimizdeki virüsü susturmak kaydı şartıyla…

Koronavirüs sebebiyle evlere kapandığımız için eğitim veya birçok iş kolu online sistem üzerinden yürüyor. İnternet üzerinden bireysel yaşama dönük yeni bir hayat tarzı ortaya çıkar mı?
Bu geçici bir durum. Baştan bazı avantajlar getirse bile, uzun vadede Matrix’e yavaş yavaş gömülüyor ve nefs sağlığımızı yitiriyoruz, ciddi istatistikler yalan söylemez. Eğer bu sanallık bu şekilde devam ederse, bazı istisnaların dışında, insanların büyük çoğunluğu, sanallığın karanlığı içine gömülecek. Sanallığın içine gömüldüğümüz zaman, Allah’ın “işaret” mânâsındaki âyetlerinden mahrum kalıyoruz (A’raf 7/179 ve sonrasında gelen âyet-i kerîmelere müracaat edin), güzellikleri göremez hâle geliyoruz, sesleri duyamaz hâle geliyoruz, nurdan mahrum kalıyoruz. Nefsi karanlık bir bina gibi düşünün, yavaş yavaş bodrum katlarına doğru bir iniş başlıyor. Eğer benim âyetlerimi, işâretlerimi görmezden gelirseniz, siz farkına varmadan sizi adım adım “gömerim” diyor Rabbu’l âlemin… A’raf 7/182’de… “Âyetlerimizi yalanlayanları, bilemeyecekleri bir yerden, adım adım alçaltacağız” Bizim Batı kaynaklı psikoloji bilimimiz bu incelikleri anlamıyor ve tabii ki çâre de üretemiyor.

BU DA GEÇER YÂ HÛ

Bütün paradigmalar bir virüs sayesinde çöktü. Avrupa perişan durumda. Bunlar olurken işin felsefi boyutunu henüz konuşan yok. Yeni bir paradigma üretilir mi?
Yok, sanmıyorum. Şimdi panikteler, bu tesir üzerlerinden kalksın, hiç şüpheniz olmasın eskisi gibi yine azacaklardır. Bunlara ibret gözüyle bakmak için tefekkür, akl-ı selîm lazım, bu adamlar mı bunları yapacak? Bunlar zaten çökmüş bir medeniyet. Dolayısıyla daha fazla azacaklar; hani filmlerde görürüz, savaş bittikten sonra herkes kafaları çeker, sokaklara çıkar ya, aynı şeyi göreceğiz. Aslında beklenen şey, tefekkür, ibret almak, ‘neyi düzeltebiliriz’ diye düşünmek, ancak öyle olacağını sanmıyorum. Ama bizde olması lazım.

Bizde olur mu peki?
Tefekkür edersek olur. O cep telefonu zamanını kesersek olur. Çünkü biz çok sağlam temeller üstüne oturuyoruz. Ama en sağlam olması gereken kesim, mütedeyyin kesim diyelim, ekran zamanlarına baktığımız zaman diğerlerinden farkı yok, aynı zehirlenme onlara da sirayet ediyor. Rabb’imiz bize ümitsiz olmayı yasaklamış. Öyleyse, “Bu da geçer yâ Hû” diyerek, ama söz dinleyerek, mücadelemize devam edeceğiz. Bir de bakmışız, karanlık Medine-i Münevvere gecesinde bulutlar dağılmış ve Uhud dağının doruklarında kusursuz mehtab ortaya çıkmış… Fedake ebî ve ummî ya Rasûlallah…

Benzer konular