‘Ekranda doğru Müslüman’ı göstermeden yanlışını veremeyiz’

Bir zamanlar dizi ve filmlerde gördüğümüz dindar insan ve hatta imam profili, cahil, sapık, üç kağıtçı, aklından bin türlü fesatlık geçen karakterlerdi. Bunların yanında dürüst, düzgün bir Müslüman profili görmek hayal gibiydi. Hatta kendi halinde abdestini alıp, namazını kılan, camiye giden insanlar figüran olarak bile geçmezlerdi ekrandan. Son on, on beş yılın normalleşme rüzgarı bu sektöre de yansıdı. Başörtülü kızlar komşu kızı, sokaktan geçen kadın olarak kenardan köşeden görünmeye başladılar. Nineler namaz kıldı, reklamlarda bile başörtülü bir anneanne kenarda oturmaya başladı. Günümüze geldiğimizde yan roller hatta zaman zaman başrollerde dindar karakterleri görmeye başladık. Fakat bu seferde bu karakterlerin aktarılış biçimi sorun oldu. “Dindar insan yalan söyler mi, dedikodu yapar mı, başörtülü kız böyle mi giyinir” tartışmaları sıkça yapılıyor. Dindar insan tipinin dizi ve filmlerde nasıl çizilmesi gerektiği konusunu, 2000’li yıllarda ekrana namaz kılan bir karakteri getirme cesareti gösteren Ekmek Teknesi dizisinin fikir babalarından ve senaristlerinden biri olan Hasan Kaçan’la konuştuk.

Cumhuriyet sonrası sinemamızda ya dindar karakterleri hiç görmedik ya da imam ve/ya dindar insan tiplemeleri üçkağıtçı ve düzenbaz olarak çizildi. Sizce bunun sebebi neydi?

Sinema, tiyatro, müzik… yani sanatın bir sürü alanı dindar insanların hakimiyet alanında olmadığı için, burada kalem oynatmalarına müsaade edilmediği için, bir mahalle başka bir mahallenin insanlarını aralarına almadığı için böyle bir şey ortaya çıktı. Burada kötü niyetten bahsedebiliriz. Tabi kasıttan da söz edebiliriz. Bilmemekten de, cehaletten de söz edebiliriz. Böyle olunca bu tür kitlelerle iletişim kuran sanat eserlerinde, -kitleyle iletişim kuran, çok insana ulaşan, parasıyla puluyla, saatiyle dakikasıyla piyasaya çıkan ve arz edilen bir ürünün ne kadar sanat eseri olabileceği ayrı bir tartışma konusu- böyle bir tablo ortaya çıktı. 1900’lerin sonu, 2000’lerin başlarına kadar bu durum süregeldi. Dindar insanın üçkağıtçı, üfürükçü, kadınların göbeğine yazı yazan, güya ayet yazan ama kafasında bin türlü sapıklıkları olan, hoca tiplemesiyse onun bunun hakkını yiyen, insanlara kötü davranan, münafık tipler olduğu vurgulandı.

Bizim halkımız genel olarak dindardır ama bu da hiç yansımadı filmlere. Başörtülü bir kadın, camiye giden bir insanı esas karakter hatta yan karakter olarak da görmedik…

Bir insanın namaz kılması, oruç tutması, ibadet etmesi yani ibadet eden insan tiplemesi ne abartılacak ne de yerilecek bir şey. Bu insanın rutininde olan, hayatının içindeki vazifelerinden biri. Kendisi de abartmaz bunu. Yücel Çakmaklı, Mesut Uçakan, Mehmet Tanrısever’in yaptığı, bir kibrit alevi gibi parlayıp sönen birkaç film, Şule Yüksel Şenler hanımın yazdığı gibi birkaç romanda bunlar söz konusu edildi. İbadetin normal bir şey olduğu, bu insanların zulme uğradığıyla ilgili şeyler yapıldı fakat asıl medyayı, sinemayı, tiyatroyu, müziği, hakimiyeti altından tutan kitle tarafından tam tersi yapıldı. Diğer yandan başka türlü bir şey yapabilirler miydi bilmiyorum. Yapmaya niyetlenseniz bile yapamazdınız.

Neden?

Çünkü insanların üzerinde bu konularla ilgili korkunç bir baskı vardı ve bu işlerle uğraşan kişilere karşı hemen dinci, gerici yaftası yapıştırılıyordu. Dolayısıyla yapmak isteyen bile geri kaçtı. Çok uzun yıllar yüzde 20’nin yüzde 80’e tahakkümü yaşandı. Resmini çizmek, filmini çekmek, müziğini yapmak, kitabını yazmak değil, sadece ibadet yapıyor olmak bile büyük suçtu. İnsanlar Kur’an öğretiyor diye ticani olarak yaftalandı. Televizyonlarda bir takım sahte adamlar çıkarılarak teşhir edildi. Bir sürü insan hapislerde ömrünü çürüttü. Bunun sanatını yapacak olanın başına neler gelir sen düşün. Dolayısıyla burada iki şey söz konusu oldu; birincisi kasıtlı bir çarpıtma, ikincisi korkudan yapamama. O kitlenin içinde de vicdan sahibi, anası babası dedesi, mütedeyyin olan insanlar illa ki vardı. Onlar da bir takım baskılardan dolayı bunları kaleme almayı, böyle şeyleri dile getirmeyi göze alamadılar.

2000’lerde ne oldu da kırıldı bu durum?

Televizyonlarda bir yerlileşme etkisi başladı. Kendi mahallemizden insanları televizyon ekranlarında görmeye başladık. Özellikle mahalle dizilerinde. Orada belki ibadet eden mütedeyyin insanları, başörtülü kızları görmedik ama bu milletin çocuklarını, esnafını, seyyar satıcısını, dükkan sahibini, manavını, bakkalını, figür olarak değil, etkin karakterler olarak görmeye başladık ve onları sevdik. Bu diziler bir alt yapı hazırladı. Bir tek eksik olan ibadet sahneleriydi. Bu da konuştuğumuz sebeplerden dolayı işlenemiyordu.

Bir dönem de mistik karakterler vardı dizide. Mesela Kuşçu. Bunlar asıl karakterin akıl hocası, manevi, mistik referanslara sahip ama yine de dindar yönü vurgulanmayan karakterlerdi. Bu karakterler de “Ne verebilirsek verelim” çabası mıydı?

Aynen. Biz insanlara buradan ne anlatabilirsek durumu vardı. Bir takım mecburiyetler insanların ürettiği şeylerde otosansür uygulamasına sebep oluyor. Kuşçu karakteri oldukça etkili bir karakterdi. Rahmetli Ömer Lütfi Mete yazıyordu.  Kuşçu, Deli yürek bunlar da ciddi bir kırılma noktası. Ekmek Teknesi’ndeki Nusret Baba bu sektörde ciddi bir kırılma noktasıdır.

Belki de ilk kez Ekmek Teknesi dizisinde ana akım olarak isimlendirilen ekranda, namaz kılan bir adam gördük. Böyle bir karakteri oluştururken alabileceğiniz baskılar ve tepkiler sizi düşündürtmedi mi?

Burada üç ismin altını özellikle çizmem lazım. Birincisi Osman Sınav, İkincisi Raci Şaşmaz, Üçüncüsü Bahadır Özdener. Biz 4’lü olarak bu projeyi konuşmaya başlarken çizdiğimiz karakter bir mahalle fırıncısıydı. Hafif de günümüzün Nasreddin Hocası gibi bir adamdı. Bu adamın hayatında eğer ibadet varsa, hayatının normalleri arasında gösterilmeliydi. Nasıl evde sofra kuruluyorsa, nasıl ki çoluk çocuk oturup ana baba evde sohbet ediliyorsa, bu da o adamın ekmek pişirmek kadar hayatının normallerinden birisiydi. Nusret Baba’yı öncelikle sevdirirsek, düzgün bir adam yaparsak, hayatındaki bu ritüelleri göstermekte de bir sakınca olmaz dedik. Ama tartışmadık mı? Tartıştık. Buna tepki alırız dediğim oldu. “Bunu söylerken insanların gözüne sokarsak yanlış olur. Nusret Baba’nın hayatının normallerinden biri olarak yaparsak karakteri güçlendirir” dedik ve yaptık ama tekrar söylüyorum bunu biz başlatmadık. Bizden öncekilere haksızlık yapmamak için bunu vurgulamak gerek. İşin buraya gelmesinde hem Gırgır dergisinin hem de Oğuz Aral’ın çok ciddi rolü vardır.

Artık dizilerde, filmlerde dindar karakterler yavaş yavaş yer alıyor ama dindar bir karakter yanlış bir şey yaptığında “Müslüman bunu yapmaz” diye bir tepki veriyoruz. Karakteri birey olarak algılamıyoruz. Bunun ölçüsünü nasıl tutturacağız? Dindar bir karakter ekrana doğrusuyla yanlışıyla yansımalı mı?

Bizim ustamız Oğuz Aral’ın bir sözü vardır, “Resmin doğrusunu bilmeden karikatürünü yapamazsınız” derdi. İnsan anatomisini öğrenmeden bir insanın karikatürünü çizmek eksik olur, yanlış olur. Biz dindar toplumun hakiki fotoğrafını uzun yıllar göremediğimiz için bunun karikatürünü yani insani zayıflıklarını görmeye başladığımızda tepki veriyoruz. Uzun süre hep negatif, kötü karakter olarak insanlara sunulmuş bir şeyi gösterince sanki öyle bir düşünceyi destekliyormuşuz gibi geliyor. Bunun için bir zaman geçmesi gerekecek. Bir kere bizim insanımızın da önce toplum içerisindeki hakikatini göreceğiz. Sindirildikten sonra filmlerde, dizilerde, şunlarda bunlarda, şahsi zayıflıklarını da, hatalarını da, pişmanlıklarını da, başarılarını da, iyiliklerini de anlatabiliriz. Ama şu an zamanı bu değil. Bu da zamanla gerekecek çünkü bir karakteri iyiliği, kötülüğü, başarısı, hatası ile verdiğinde gerçek bir karakter olur. Öbür türlü aksiyon karakterleridir. Hiç bir zaman hata yapmaz, çıkar silahıyla 10 kişiyi indirir.

Ekmek Teknesi dizisi çok sevildi, seyredildi. Majör tv kanallarında ilk kez eli yüzü düzgün bir Müslüman karakter gördük. Nasıl tepkiler aldınız?

İlk 8-9 hafta pek farkına varılmadık. Ekmek Teknesi bilinmeye başladıktan sonra da “Bu adam ne yapıyor. Bu adam ibadet ediyor tepkisi almadık” Ama rahmetli Savaş Abi’ye yakın çevresinden çok tepki geldi. “Seni de dinci yaptılar, seni kullanıyorlar” dediler. Bundan dolayı kendisi de tepki vermeye başladı. Fakat bir süre sonra rolü çok benimsedi. O kadar hoşuna gitti ki. Bir gün geldi bana “Benim hayatımı kaydırdınız” dedi. Niye diye sorduk, anlatmaya başladı. Sinema sanatçılarının gittiği Arif’in Bar’ı vardır Taksim’de. “Arif’in Barı’na gideceğim, tam çıkıyorum barın kapısına geliyorum. Biri ‘Vay Nusret Baba ver elini öpeyim’ diye elime sarılıyor. Utanıyorum bir tur daha atıyorum. Sonra geliyorum gene biri geliyor, bir tur daha atmak zorunda kalıyorum. Oğlum sizin yüzünüzden meyhaneye giremez oldum” dedi. Baya bir güldük. Bu sadece kendi içerisinde bir değişim değil aynı zamanda oyuncuların da yazarların da çizerlerin de yayınlandığı müddetçe varolan değerleriyle barıştıran bir proje oldu. Ama bu barışıklığın evveliyatı vardır. Buna emek verenler acısını çekenler çok oldu. Sütten ağzı yananlardan biri de benim.

Gırgır döneminden gelen ötekileştirmeden mi bahsediyorsunuz, dahası da var mı?

O dönemde bizim ismimizin etrafında da bir soru işareti vardı. “Yeni Şafakçı” adamdım ben de. Yeni Şafakçı Hasan Kaçan’ın majör tv kanallarında boy göstermesi nasıl karşılanır onun da tereddüdü içindeydim. Hatta “Benim adımı yazmayın” dedim. Oyuncu olarak zaten hiç görünmek istemiyordum. İnsanlar buna karşı gard alırlar, zor durumda kalırsınız dedim. O zaman Osman Hoca, Raci, Bahadır, üçü birden “Biz senin adını göğsümüzü gere gere yazarız” dediler, hatta en başa yazdılar. Hepsine şahsi olarak da bir teşekkür borcum var. Ama insanlar da bilsinler ki, hakikaten o dönemde insanlar bir cesaretle bu işe girdiler.

Sanatta yerli ve milli unsurların görünmesinde Gırgır dergisinin rolü olduğunu söylediniz. Nasıl oldu?

Çok elit bir sanat olan karikatürü birden bire halk sanatına dönüştürdü. Halk çocuklarını bu işe soktu. Berber çocuğu Latif Demirci, memur çocuğu Behiç Pek, emekli çocuğu, işçi çocuğu… herkes bir mahalleden, bir sokaktan geliyordu. Bu çocukların dünyası sayfalarda görülmeye başladı. O yüzden Gırgır dergisi sağcısı solcusu tarafından da, dindarı tarafından da kapışılan bir dergiydi. Enteresan bir toplum tutkalıydı. Gırgır öncesinde de dalga geçilen Kara Murat, Tarkan, Karaoğlan gibi Türk çizgi romanları yerli damarı tamamen şahsi girişimleriyle canlı tuttular. O alev hep titrek titrek yandı. Gırgır bunu şahikasına çıkardı. Müzikte de Orhan Gencebay çok önemlidir. Arkasından Ferdi Tayfur, Müslim Gürses gibi isimlerle birlikte, bu Anadolu çocuklarıyla, yerli insanların dertleri ve feryatlarını müzikte, karikatürde ve edebiyatta duymaya başladık. Fakat daha etkili olan ve çok insana yayılan kitle iletişim araçlarında, en önemlisi olan radyo, televizyon ve sinemada bunu uzun süre görmedik. Burada da başlangıç şekli olarak Ekmek Teknesi.

Ferdi Tayfur, Orhan Gencebay da müzikleri nedeniyle hep öteki muamelesi gördüler. Bu da azınlığın çoğunluğa tahakkümünün eseri mi?

Geçenlerde ödül verildi Orhan Gencebay’a Cumhurbaşkanlığı külliyesinde. Cumhurbaşkanımız da aynı şeyleri söyledi. Uzun yıllardır aşağılanan, hor görülen, “Bu da müzik mi. Arap müziği” diye aşağılanan,  arabesk adı konulan, hatta uzun süre devlet televizyonu, radyosunda yer bulamayan, yasaklı sanatçılardandı bunlar. Aynı şekilde bizler Gırgır da basın dünyasının arabeskiydi. O da böyle aşağılandı. Şimdi göklere çıkarıyorlar rahmetli Oğuz Aral’ı, Tekin Aral’ı. Biz de rahmetle analım. Ama o zaman yerin dibine sokuyorlardı. Hatta adını da koymuşladı. Oğuz Aral kraldı, biz de onun soytarılarıydık. “Kralın soytarıları” diyorlardı bize. Bunu söyleyen kendi camiası. Aşağılıyorladı çünkü onun içinde yerli milli unsurlar vardı. Oğuz Aral TİB üyesiydi. Behice Boran’ın partisinden bir adam, aynı kitle içinde yüzüne gülünüp arkasından “Yav bu da sanat mı” denilen, yaptığı iş yerin dibine sokulan bir adam oldu.

Muhteşem Yüzyıl ve Kösem gibi diziler de muhafazakar camia tarafından tepki alan diziler oldu. Buradaki sorun ne?

Az önce konuştuğumuz konu. İşin aslını bilmeden karikatürü olmaz. Doğrusunu bilmezsek karikatürünü gerçek zannederler. Muhteşem Yüzyıl ve Kösem hakikatin karikatürü. Son dönemde yapılan Diriliş ve Filinta gibi diziler belli bir bakış açısına sahip ve doğrusunu anlatmaya çalışıyorlar. Bu konuda başarılı da oluyorlar. Muhteşem Yüzyıl dedikoduya önem veren, bir sürü güzel kızın görünmesiyle insanın içini gıcıklayan, kılıklarla kıyafetlerle hoşluk hissettiren bir şey. Görüntü olarak o dönemi ancak ahlaki olarak, bakış açısı olarak bugünü anlatan bir dizi. İlişki biçimleri 2015’in biçimleri. Kösem’in Muhteşem Yüzyıl kadar tutulmama sebebi Filinta ve Diriliş gibi dizilerin başarılı olması. Filinta ve Ertuğrul dolayısıyla insanlar doğruyu görüp izlemeye, karikatürüne rağbet etmemeye başladılar.

Benzer konular