15-16 Kasım 2018 tarihlerinde İLEM (İlmi Etüdler Derneği)’in ev sahipliğinde bir konferans düzenlendi. Merkezi İngiltere’de bulunan Sanatlar ve İnsani Araştırmalar Konseyi’nin Dil Eylemleri ve Dünya İnşası Projesi bağlamında gerçekleşen konferans, “Endülüs Mirası: Kültürler Arası Bağlamlar ve Kavramların Yolculuğu” adını taşıyordu. Konferans boyunca iki sunumdan daha fazla etkilendiğimi belirtmeliyim. İlki, kendisiyle röportaj yaptığım Londra King’s College öğretim üyesi AbdoolKarim Vakil’e ait “Bir Medeniyet, Bir Kültür, Bir Bayrak: Endülüs’ü Yeniden Konumlandırmak” sunumu oldu. İkincisi ise genç bir İspanyol akademisyen olan Carlos Yebra Lopez tarafından sunulan “Ortaçağ’a ait pasaportlar: 2012 sonrası İspanya’da Sefardik Yahudilerin ve Endülüs Müslümanlarının Sembolik Yeri.” Lopez, 2012 yılında Sefardik soydan geldiğini ispatlayan Yahudilere geri dönüş hakkı tanıyan ve vatandaşlık veren İspanya’nın, aynı hakkı talep eden Endülüs asıllı Müslümanlara verdiği olumsuz yanıtı örneklerle ortaya koydu. Vakil ise uzmanı olduğu Portekiz bağlamında İslam’a ve Müslümanlara dair algı biçimlerinin nasıl değiştiğine, Endülüs’e atfen yeni tanımlama çabalarına değindi.
AbdoolKarim Vakil kimdir?
İngiltere’deki York Üniversitesi’nde Tarih ve Ekonomi okudu. Leeds Üniversitesi’nde Portekiz Araştırmaları uzmanlığı yaptı. Daha sonra Londra King’s College’de öğretim üyeliğine başladı. Halen aynı görevine devam ediyor. Akademisyenliğin yanı sıra gerek Portekiz’de, gerekse İngiltere’de çeşitli Müslüman teşkilatlara danışmanlık yapıyor. Uzmanlık konuları; Portekiz’in bugünü ve geçmişi, sömürgecilik, İslamofobi, Endülüs tarihi ve medeniyeti…
BİRLİKTE YAŞAMA EFSANE GÖRÜLÜYOR
İslamofobi Avrupa ve dünya ölçeğinde yükselen bir ivme seyrediyor. Birlikte yaşama olgusu modern çağın hala en çok tartışılan konularından birisi. Bu konuda Endülüs örneğinden neler öğrenebiliriz?
İslamofobi’nin bugün tekrar hatırlattığı, önemli kıldığı bir Endülüs olgusu var. Oradan ders alma diye bir durum söz konusu. Fakat bu konuda farklı düşünenlerin, Endülüs’ün bu noktadaki itibarını sarsmaya çalışanların olduğunu da gözden kaçırmayalım. Endülüs’ün hiç de öyle olmadığını, ortada bir efsane olduğunu dile getiriyorlar. Uyum içinde yaşayan toplulukların aksine “boyun eğmek zorunda bırakılmış” insanlardan bahsediyorlar. Bu kesimde “Şu birlikte yaşama dediğiniz şey, aslında bir efsaneden başka bir şey değildir” görüşü hâkim. Endülüs, günümüzün öne çıkan konularından biri olarak halen tartışılıyor. Tartışma bitmiş değil.
Herkes, kendi durduğu yerden farklı bir bakış açısına sahip yani…
Tamamen öyle. Burada her iki tarafın meseleyi siyah-beyaz olarak algıladığını söylemek mümkün. Endülüs konusunda dikkate alınması gereken husus, meselenin sandığımız kadar basit ve tekdüze olmadığı. Sandığımızdan çok daha karmaşık, farklı zaman periyotlarında değişkenlik gösteren bir örnekle karşı karşıyayız. Orada yaşanan farklı bir dünya var. Bugün geçmişteki Endülüs’e bakıp “Burası bir cennet” ya da “Burası bir cehennem” diyemeyiz. Endülüs’ü kendi gerçekliği içinde öğrenmeye çalışırken kopya etmeye çalışmak yerine ilham alıp “Daha iyisini nasıl yaparız?” konusuna odaklanmak daha doğru olur. Endülüs’ün tekrar gündeme gelmesinde coğrafi olarak Avrupa’da yer almasının oynadığı rolü ayrıca not edelim. Müslüman bir idarenin altında diğer dinlerden insanların pekâlâ bir arada yaşadığı başka örnekler de var.
ÇÖKÜŞÜN SEBEPLERİNİ ARAŞTIRMALIYIZ
Endülüs’ü birlikte yaşama kültürünün üst düzey bir örneği olarak göremez miyiz?
19. yüzyıldan itibaren Müslüman dünyada ve Arap toplumunda geri kalmışlık sorunu belirdi ve bunun nedenleri irdelenmeye başlandı. Nahda (Tunus’taki Nahda değil, çok daha önceki Lübnan ve Suriye menşeli Arapçı hareket) örneğinde olduğu gibi “Biz niçin geri kaldık?”, “Araplar neden bu durumda?” soruları daha fazla sorulur oldu. Endülüs’ü ütopik hale getiren işte bu anlayıştır. Tarihsel açıdan evet, Endülüs’teki ortak yaşama kültürü görmezden gelinemez. Bir dönem kültürel açıdan müthiş bir gelişmişlik düzeyine erişmiş, muhteşem kütüphanelere sahip, bilim ve sanatta oldukça ileri bir medeniyet var ortada. Fakat sonradan bu ilerleme, bu gelişmişlik duruyor. Demek ki burada yanlış giden bir şeyler de var. Tarihi olguları bütünlüğü içerisinde ele almak gerekiyor. Burada önemli olan şu: Müslümanlar hangi koşullar altında bu kültür, bu medeniyet düzeyini yakaladı? Ekonomik ve politik açıdan nasıl yanlışlar yapıldı ki bu medeniyet geri gitmeye, çöküşe doğru yol almaya başladı.
Ortaçağ anlatılırken Endülüs’ten tek satır bahsetmeyen, Endülüs sanki hiç var olmamış gibi davranan bir tarih anlayışı var. Türkiye’de bile bu böyle. Bunu nasıl alt edebiliriz?
Endülüs’ü andığımız vakit, on dokuzuncu yüzyıl Osmanlı tarihçilerinin buna katkısını ayrıca belirtmek lazım. Bazıları Fransızcadan tercümeler yapıyor, bazıları bizzat kendileri kaleme alıyor. Geçmişte Endülüs konusunda dile getirilenlerin pek çoğuna baktığımızda Türkiye kaynaklı çalışmalar olduğunu görüyoruz. Peki, Türkiye bu alışkanlığını nasıl kaybetti? Türkiye görüldüğü kadarıyla şu sıralar daha ziyade kendi tarihsel köklerine, Osmanlı mirası üzerine eğilmiş durumda. Müslüman dünyaya model olarak bunu sunmaya çalışıyor. İspanya’ya gelirsek Endülüs konusu orada bir parça sorun teşkil ediyor. Endülüs gündeme geldiğinde Müslümanlar kadar Yahudiler de öne çıkıyor. İspanya’daki Yahudi toplumu zamanında güçlü ve önemli bir konumda bulunuyordu. Daha sonra bunlar Türkiye’ye geldiler. Türkiye’deki Sefarad tarihi en ilginç konulardan birisi. Türk tarihçiliği bununla ne kadar ilgilidir, bilemiyorum.
HÂLÂ İLHAM VERİYOR
Endülüs medeniyetinin Avrupa ve modern dünya üzerindeki etkilerinden söz edersek neler söyleyebiliriz?
Dünyadaki pek çok kültürel ve politik oluşumun kendisine merkez olarak Endülüs’ü aldığını görebiliyoruz. Söz gelimi Brezilya’daki Lübnanlılar arasında yahut Malezya, Endonezya ve Filipinler’deki tartışmalara baktığımızda “Yeni Endülüs” diye bir kavramdan bahsedildiğini duyuyoruz. Tabi, burada kastedilen yeni topraklar üzerinde Endülüs benzeri yeni bir medeniyetin inşası. Müslümanların, Yahudilerin, Hristiyanların, herkesin katkı vereceği bir medeniyet modeli. Burada önemli olan insanlara ilham veriyor oluşu. Endonezya’da olsun, Brezilya’da olsun bir grup insanın “Şuraya bakıp biz de örnek alalım” diyebilmesi önemli. Endülüs bize pek çok noktada ilham vermeye devam ediyor. İlk olarak, tarih biliminin daha gerçekçi çalışılmasına ilham verdiğini söyleyebiliriz. İkinci olarak, İslamofobi ve medeniyetler çatışması konusunda bütün dünyanın Endülüs’e bakıp çözüm üretebilmesi mümkün.
AVRUPA KAVRAMI İSLAM KARŞITI OLARAK DOĞDU
Endülüs modelinin okullarda öğretilmesi Avrupa ve dünya ölçeğinde İslamofobi’nin gerilemesine yardımcı olmaz mı?
İslamofobinin kaynağına baktığımızda “öteki” kavramını görüyoruz. Temelinde ırkçılık var. Temelinde Batı merkezli tarih anlayışı var. Endülüs, bu tarih anlayışını temelinden sarsıyor. Endülüs’ü Avrupa’nın içinde görmenin ötesinde, Avrupa’yı Avrupa’nın dışarısına çıkaran olgu olarak görmek lazım. Ortaçağın Müslüman İberyası yıkıldıktan sonra bir Avrupa var olabildi. Avrupa kavramı, İslam’ın karşıtı olarak vücut buldu. Müslümanların, Yahudilerin ve Hristiyanların karşılıklı etkileşim içerisinde bir arada bulunabildiği Endülüs’ün, bugünün dünyasına pek çok mesaj verdiğini görüyoruz. Bu anlamda ders olarak okutulması yerinde olur. Fakat bazılarının abarttığı gibi bir cennet profili çizmek doğru değil. Orada gerçek insanların, gerçek yaşamları söz konusu.
Farklı kültürlere saygı duyulduğu söylenen Avrupa’da entegresyon diye bir kavram var. Bir başkasına çok rahatlıkla “Bana benzemek zorundasın” denilebiliyor. Çok kültürlülük bunun neresinde?
Çağdaş İslamofobi’nin ana sorunlarından biri de entegrasyon ideolojisi. Entegrasyon derken kastedilen elbette “benzeme”, “benzer olma.” Sorun olan da bu. Oysa Endülüs’e baktığımızda gerçek anlamda çok kültürlü bir yapı görüyoruz. Endülüs niçin bir başka model? Çünkü her dinin mensupları kendi içişlerinde serbest. Bir başkasına benzemeye zorlanmadan kendi kendilerini yönetebiliyorlar. Kendi hukuk sistemleri var. Hiçbir grup diğerinin içişlerine, kültürüne karışmıyor. Ayrıca her toplum yüksek derecede saygın. Karşılıklı saygı etrafında şekillenmiş, çok kültürlü bir yaşam modeli var. İçinde yaşadığımız modern çağda bizim yapmamız hatta bazı yönleriyle aşmamız gereken de bu. Bu konuda kesinlikle haklısın. Günümüz insanı olarak tarihte yaşanan pek çok örnekten ders çıkarmalıyız. Nitekim kendi zamanını parametre olarak aldığımız vakit Endülüs’ü çok ilerde bir medeniyet olarak görüyoruz.
Peki, bu çağda aynı çok kültürlü toplumu inşa etmek mümkün mü? Bunu başarabilir miyiz?
Öncelikle buna inanmak ve umudumuzu muhafaza etmek zorundayız.