Batı’da İslam düşmanlığı yasalaşıyor

Dünyada hızla yükselen İslamofobi’yi, karşılaştırmalı siyaset, din, milliyetçilik ve etnik politikalar konularında çalışan Doç. Dr. Şener Aktürk’le konuştuk. İslamofobi’yi söylem, kanun ve eylem düzeyinde ele alan Aktürk, Amerika ve Batı Avrupa’nın çok kültürcülükten azınlık ve çoğulculuk karşıtına doğru evriminden bahsedileceğimizi söylüyor. İslamofobik söylemlerin toplumu azınlık karşıtı kanunlar çıkaracak şekilde seferber ettiğini ve bu dalgayla iktidara gelen siyasilerin sünnet ve ezan yasağı gibi İslam karşıtı yasalar çıkartabildiklerini anlatan Aktürk, bu kanunların İslamofobik söylemin Quebek’teki 6 kişinin öldüğü cami saldırısı gibi şiddet olaylarına dönüşümünü kolaylaştırıcı bir çerçeve oluşturabileceğinin altını çiziyor. Aktürk, Amerika’da Trump üzerinden başlayan olayların da Ilımlı İslam gibi bir sosyal mühendislik projesini ortaya koyan liberal Demokratlarla, bu sosyal mühendislik projesine bile tahammül edemeyen ve çıplak İslam düşmanlığı yapan grup arasındaki çekişme olduğunu ifade ediyor.

 

Bugün Avrupa ve Amerika’da yükselen bir İslamofobi dalgası var. Bunun tarihsel bir arka planı var mı?

Makro düzeyde uzun vadeli olarak baktığımızda bugün Batı olarak adlandırdığımız, tarihsel olarak ise Katolik Hristiyanlığının egemen olduğu coğrafyada diğer hiçbir din ve mezhebin hakim olduğu coğrafyalarda görmediğimiz istisnai bir durumla karşılaşıyoruz. 1200’lü yıllardan 1500’lü yıllara kadar, bugünün İngiltere, Fransa, İspanya, Portekiz ve İtalyası diyebileceğimiz coğrafyada Katolik Hristiyan olmayan toplulukların yok edildiğini ve tek dinli, tek mezhepli, tek kiliseli, Vatikan’a tabi toplumlar oluşturulduğunu görüyoruz. Bu durum o döneme kadar dünya tarihinde emsalsiz. Başka hiçbir coğrafyada böyle tek dinli, tek mezhepli bir toplumlar örgüsü yok.

Bu bir proje sonucu ortaya çıkan bir yapı mı? Nasıl oluştu?

Önemli bir faktörün Roma Katolik kilisesi ile yerel hanedanlar arasındaki siyasi etkileşim olduğunu düşünüyorum. Müslüman varlığı açısından İspanya ve Portekiz, Endülüs sebebiyle bilinen örnekler. İspanya ve Portekiz’de 600- 700 yıl kadar Müslüman ve Yahudi çoğunlukları olan bölgeler, kasabalar, şehirler olduğu, buralarda bir Müslüman ve Musevi medeniyetin var olduğu bilinir. Daha az bilinen bir örnek ise Sicilya. 800’lü yıllardan 1200’lü yıllara kadar Müslüman çoğunlukların, Musevilerin ve Ortodoks Hristiyanlarınyaşadığı bir ada. Palermo’ya giden bir Arap seyyah sadece Palermo’da 300 cami saydığını söyler. Ciddi oranda Museviler ve Ortodoks Hristiyanlar da var. Bu ada Normanların eline geçtikten sonra Papalıktan sürekli olarak “Sicilya’nın Katolikleşmesi gecikiyor” ikazları geliyor. Hanedanlar bu baskıya kısmen boyun eğiyor. Adadaki Müslüman topluluklar bugünkü İtalya yarımadasına tehcir ediliyor, zorla Katolik yapılıyor, köle olarak satılıyor veya öldürülüyor. Müslümanlıkla birlikte, Musevilik ve Ortodoks Doğu Hristiyanlığı da yok ediliyor. Tamamen Katolik bir coğrafya haline geliyor.

Hristiyan olsa da başka mezhepler de yok ediliyor yani…

Evet. Güney Fransa’da Toulouse şehrinde Kathar adlı bir Hristiyan mezhebi çıkıyor. Fakat Vatikan bunu bir sapkınlık olarak nitelendiriyor. Toulouse’un kontu Raymond’a bu mezhebi ortadan kaldırmasını emrediyor. Raymond bunu yapmayınca aforoz ediliyor ve Papalığın önderliğinde bir haçlı seferi düzenleniyor. Bu haçlı seferi güney Fransa’yı kasıp kavuruyor ve Kathar mezhebi ortadan kaldırılıyor. Bu gösteriyor ki yerel hanedanlar hoşgörülü bir politika izlemeyi deneseler bile Papalığın baskısına boyun eğiyorlar. Boyun eğmeyenler haçlı seferiyle ortadan kaldırılabiliyorlar. Çünkü Papalığın elinde diğer hiçbir din ve mezhep hiyerarşisinde olmayan toprak aşırı haklar var. Aforoz etme, engizisyon mahkemesi kurma, haçlı seferi organize etme gibi.

Bu toplumlar örgüsü hangi yıllarda tamamlanıyor?

1500 yılını bir referans noktası olarak alıyorum ben. 1500 yılında baktığımızda bugünkü Batı Avrupa’ya, Lizbon’da, Madrid’te, Barselona’da, Paris’te, Londra’da, Palermo’da, Roma’da, Venedik’te bırakın kilise, sinagog, camiyi yan yana görmeyi, Katolik kilisesi dışında bir ibadethaneyi veya cemaati göremiyoruz. Tek din, tek mezhep ve tek kiliseye indirgenmiş Batı toplumları var. Sonrasında bu toplum yapısı nasıl gevşedi? Nasıl ortadan kalktı, ya da kalktı mı?

Türkiye dahil Doğu Avrupa ve Ortadoğu’da modernizm öncesi kimlik politikalarına geri dönüş dediğimizde kendi içinde hiyerarşik de olsa çok dinli ve çok kültürlü bir tarihsel geleneğe geri dönüşten bahsediyoruz. Mesela, içinde Rum, Ermeni ve Musevi olmayan bir Osmanlı kimliği düşünülemez. Ama Katolik Batı Avrupa mirasından gelenler için geleneğe geri dönüş tek din, tek mezhebe dönüş anlamına gelebilir. Bu tekelci yapının ne derece kırıldığı ise tartışmalı. Batı Avrupa’daki bu tek dinli yapı, Amerika’nın keşfiyle bir anlamda dünyaya yayılmış oldu. Meksika’dan Şili’ye kadar bütün Amerika kıtası, -İngilizlerin sömürdüğü Kanada ve ABD daha fazla Protestan olmakla birlikte- neredeyse tamamen Katolik Hristiyan. Protestan reformu önemli bir kırılma olarak görülebilir. Din alanını bir “pazar” olarak görecek olursak Katolik mezhebin Batı’da çok uzun süre “tekel” olması söz konusu. Başka mezheplere bile tahammül etmiyor. Yahudi nüfuslar daha çok Doğu Avrupa’da ve Batı’ya gelebilenler marjinal nüfus oranlarında tutunmaya çalışıyor. Bu tekeli başarılı bir şekilde ilk defa kırabilen Protestan reformu. Daha önceki denemeler Katolik kilisesi tarafından engelleniyor ama Protestanlık ortadan kaldırılamıyor. Kuzey güney fay hattında Hristiyanlığa daha geç girmiş kuzeyli İskandinav ve kısmen Germen halklar Protestanlığa geçiyor ve böylece Batı  “duopoli” diyebileceğimiz ikili tekele dönüşüyor. Katolik tekeli kırıldı ve tüm dinler serpildi diye bir şey yok. Ama en azından hükümdar kimse halkın onun dinini benimsemesi (cuius regio, eius religio) kuralı geliyor. Bu bir liberalleşme çünkü en azından prens veya kral Protestan’sa halk Protestan olabiliyor.

Peki bunun diğer dinlere etkisi nasıl oldu?

Protestanlıkta, Papa gibi evrensel ve hatasız kabul edilen bir liderlik olmadığı için, Katolik-Protestan çekişmesinin tetiklediği reaksiyon zinciri, Protestan kolonilerde din hürriyetinin gelişmesine yardımcı oldu denilebilir. Mesela Museviler ABD ve İngiltere’de kendilerine yer bulabildiler. Oysa öncesinde Museviler İngiltere’den 1290’da kovulmuştu. 1600’lü yıllara kadar da kamusal alana geri dönemediler. Batı Avrupa’da gizli Yahudiler ve gizli Müslümanlar vardı. İspanya’da kamusal alanda Katolik olduğu halde Musevi inancına devam edenlere Converso veya Marrano, kamusal alanda Katolik olduğu halde özel hayatında Müslümanlığa devam ettirenlere Morisko deniyordu. İspanya bunları bile kovmuştur. Bu anlamda gizli dinler olabilir ama kamusal alanda Katolik Hristiyan tekelinin kırılması oldukça geç. Laik devlet ve sekülerleşme süreci önemli bir unsur. Aydınlanma ile açık ve örtük şekilde agnostik ve hatta ateist olan entelektüel hareketinin başlaması, dinin kamusal alandaki tekelini kırdı. Bir bakıma kilise tekelinin aşılması dinsel özgürlüğe kısmen yer açtı.

Günümüzde Müslümanlar ve diğer dini gruplara mensup insanlara yönelik yaklaşım nasıl?

Bugün Avrupa, Kuzey Amerika ve Batı dünyasının parçası saydığımız toplumlara baktığımızda 3 ayrı seviyede azınlık düşmanlığından bahsedilebileceğini düşünüyorum. Söylem düzeyinde İslamofobi ve antisemitizm (Yahudi karşıtlığı) sarı alarmdır. Kötü olmakla birlikte maalesef çok yaygın. Entelektüel düzeyde elbette ki mücadele edilmesi gereken bu söylemler, bir nebze de olsun ifade özgürlüğünün olduğu bütün toplumlarda var. Bu gibi İslam karşıtı, Yahudi karşıtı, azınlık karşıtı söylemler hem dillendiriliyor, hem destek görüyor. Hatta liderler seviyesinde, ABD seçimlerinde gördüğümüz üzere, başkan düzeyinde karşılık bulabiliyor.

Bu söylemlerin son dönemde yükselmesinin sebepleri nedir? 

Sosyoekonomik anlamda eşitsizliğin arttığı bir dönemden geçtik. 1973’deki ekonomik krizden sonra dünya neoliberal düzene girdi ABD dahil ve Avrupa’da da refah devletleri çökertildi, eşitsizlik arttı. Belli bir azınlık grubunu bundan dolayı ekonomik anlamda suçlama motivasyonu artmış olabilir. Özellikle sınıfsal olarak kaybeden ve gerileyen yerli Hristiyan kökenli halklar nezdinde. Yoksa dini anlamda bir uyanış söz konusu değil. Avrupa oldukça sekülerleşmiş bir coğrafya.

3 seviyeden bahsetmiştik. Diğerleri neler?

Daha da önemlisi turuncu alarm dediğim devlet politikalarının, kanunun, siyasanın Müslüman karşıtı bir şekilde dönüşmesi. Bu benim için bir siyaset bilimci olarak ve bir vatandaş olarak daha önemli. Aktif mücadele edilmesi gereken bir alan. Çünkü Müslüman – Musevi karşıtlığı bir devlet politikası haline geldiğinde, bir azınlık olarak Almanya’da, Polonya’da, Fransa’da, o dini yaşama imkanları ortadan kalkıyor.

Ne gibi yasalardan bahsediyoruz?

Avrupa Birliği üyeliği dolayısıyla Kopenhag kriterlerini sağlamış, çok partili demokrasi olduğu tescillemiş ülkelerde dahi din özgürlüğü Hristiyan olmayan azınlıklar için sağlanmıyor. Helal, Koşer et kesimi mesela. Bu herhangi bir dindar Müslüman ya da Musevi’nin gündelik hayatını ömür boyu birebir etkileyecek bir kanun. Çünkü dini usüllere göre kesilmemiş bir hayvanın tüketilmemesi gerekiyor. Bu insanların ömür boyu vegan olmalarını bekleyemeyeceğimize göre bu imkanın sağlanması gerek. Başka bir kanun Sünnet yasağı. Almanya’da yerel bir mahkeme oğlunu sünnet ettiren bir Müslüman Türk aileye ve sünneti yapan doktora dava açtı. O dava üzerinden sünnet yasak haline geldi. Bu yasağı aşmak için Alman Parlamentosu kanun çıkarmak zorunda kaldı. Bu kanunun geçmesinde Musevi toplumunun seferberliği etkili oldu. Şu anda izin verilen parametreler de Musevi geleneğine daha uygun. Sünnet gibi binlerce yıllık bir dini geleneği yasaklama teşebbüsü Avrupa’da durumun yasal çerçevede bile ne kadar kötü olabileceğinin kanıtı.

Kamuoyuna yönelik yasaklar neler?

İsviçre’de cami minaresinin yapılmasının yasaklanması için Anayasa değiştirildi. Burada ezan yasağından bahsetmiyoruz. Ezan yasağı zaten neredeyse tüm kıta Avrupasında var. Ezan okunamıyor. Azınlık karşıtı söyleminin yaygın olduğu bir toplum, daha sonra din olarak Müslümanlığın yaşanmasını engelleyen hukuki bir yapı oluşturuyor ve siyasi yapı müdahalede bulunuyor. Bundan da kötüsü doğrudan toplumun bazı ögelerinin şiddet eylemlerine kalkışması. Norveç’te Anders Breivik gibi, Almanya’da Nasyonel Sosyalist Yeraltı Terör Örgütü gibi, Quebec’te camiye girip sivil Müslümanları öldüren katiller gibi… Bu artık kırmızı alarmdır. Bir azınlığa karşı mikro seviyede katliam ve pogrom denemeleri. Almanya’da bu bir mahkemede bile oldu. Mısır kökenli Merve Şerbini, üstelik mahkemede İslamofobi duruşması görülürken, hakimlerin, mübaşirlerin gözü önünde bıçaklanarak öldürüldü. Kocası uzun süre yoğun bakımda kaldı. Bu uluslararası bir gündem oluşturamadı. Almanya’da NSU terör örgütünün cinayetleri, Dönerci Cinayetleri olarak isimlendirilerek küçümsenmeye, görmezden gelinmeye çalışıldı. Oysa bütün bu katliamlar, seri cinayetler kırmızı alarm gerektiren örnekler. Türkiye’de de, Hrant Dink, Rahip Santoro ve Zirve Yayınevi cinayetleri bunun benzeri üç örnekti, ki özellikle Dink cinayetinin FETÖ’nün amaçlarına uygun ulusal ve uluslararası gündem oluşturma amaçlı işlendiğine yönelik çok somut işaretler var.

Toplumdaki söylemler kanunun çıkmasına, kanunlar da şiddete yol açıyor diyebilir miyiz?

Kanun bunları yasakladığında topluma, “bu dinin, mesela İslam’ın, pek çok boyutu gayrı meşrudur” mesajı veriyor. Böylece devletin örnek vatandaşı, sınıfın çalışkan öğrencisi dahi İslamofobik olabilir. Devlet yasaklayıcı bir hukuki çerçeve oluşturursa, vatandaş nezdinde bu dinin ibadetlerini gayrı meşru konuma getirmiş oluyor. O açıdan bu kanunlar İslamofobik söylemin şiddet olaylarına dönüşümünü kolaylaştırıcı bir çerçeve oluşturabilir. Söylem de toplumu azınlık karşıtı kanunlar çıkaracak şekilde seferber ediyor ve daha sonra bu dalgayla iktidara gelen siyasi partiler de, Trump örneğinde olduğu gibi, bu yönde yasalar çıkartabiliyorlar. Burada en büyük hayal kırıklıklarından biri Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gibi uluslarüstü ve insan haklarının savunucusu olması gereken hukuki otoritelerin bu yasaları durdurmamış olması. Bu gibi yasaklara karşı ağırlığını koymadı.

***

Donald Trump’ın uygulamaları dünyada ses getirdi. Bu da turuncu alarma mı giriyor?

Evet azınlık karşıtı tutum, kararname seviyesine ulaşmış durumda. Öte yandan bu durum Amerika siyaseti açısından neyi ifade ediyor diye bakacak olursak, Trump’ın rakibi Demokrat Parti’nin yönetimindeki ABD’nin de İslamofobik olarak adlandırılabilecek pek çok tasarrufları oldu. İç politikada daha liberal, hoşgörülü bir yaklaşımları vardı ama ABD dışına baktıklarında Demokrat Parti’nin sadece Müslümanlara karşı değil, bütün Batı dışı toplum ve topluluklara karşı daha fazla sosyal mühendislik hevesi olduğuna inanıyorum. “Ilımlı İslam” gibi bir sosyal mühendislik projesi, CIA’in, Hilary Clinton’ın ve Demokratların temsil ettiği liberal geleneğe daha uygun bir proje. İslam’ı, Müslümanlığı şekillendirip Amerikan çıkarlarına uygun bir İslam üretmek. Böylesi bir girişimde elbette çok büyük bir kibir var. Diğer dinleri, kültürleri, ülkeleri şekillendirebileceğine ve yeniden üretebileceğine ilişkin bir sosyal mühendislik kibri. Cumhuriyetçi kanatta böyle bir toplumsal mühendislik iddiası yok ama buna mukabil o cenahta daha şeffaf ve çıplak bir İslam düşmanlığı ortaya çıkıyor. İkisi de pek çok açıdan hoşgörüsüz ve zararlı ama tarzları değişik. Azınlıkta da olsalar, ABD içinde de samimi bir çokkültürlülüğe ve hoşgörü toplumu inşa etmeye inanmış milyonlarca insan olduğuna da inanıyorum.

Benzer konular