Avrupa’nın kısa “hırsızlık” tarihi Endülüs

Kaybolmuş İslam coğrafyası deyince Akıllara ilk olarak Endülüs Medeniyeti geliyor. Endülüs medeniyetinin tarihî mirasına baktığımızda, Târık bin Ziyad gibi zeki ve kabiliyetli komutanlar, İbn-i Arabi, İbn-i Rüşt, İbn-i Hazm, İbn Firnas gibi âlim, âbit, zahid zâtlar ile ilim, irfan akla geliyor. Bugün pek çok kişi için ‘El Hamrâ Sarayı’ bile Endülüs’ü anlamak için yeter ve artar bile. Kendine has coğrafyası, toplum, kültür ve insan yapısı, ahlâkî meziyetleri, batıya taşıdığı insanlık ve ilim, ortaya koyduğu saygı ve hoşgörü Endülüs’ü bir başka kılıyor. Kayıp İslam coğrafyalarını hatırlamak amacıyla Ramazan programını geçtiğimiz senelerde Kudüs’te yaptığı gibi bu sene de Endülüs’te yapacak olan TVNET’in program katılımcılarından Endülüs tarihçisi Lütfi Şeyban Hoca ile konuştuk. Endülüs’ün kaybının aslında bir nevi eski iki düşman güç arasındaki ortak alanın kaybı mânasına geldiğini söyleyen Lütfi Hoca, Avrupa milletlerinin İslam dünyasından, siyaset dışında hayatın hemen her alanında iktibaslar ve aktarımlar yaptığını belirtiyor.

Endülüs medeniyeti Tabiin dönemi Müslümanlarının batıdaki barbarlıkla ilgili çağrısı üzerine mi doğmuştu? Biraz doğuştan bahsedebilir misiniz?

Elbette İslam’ın bir medeniyet projesi olarak dünyaya yayılması, halklar üzerinde etkili olan yönetici-sürükleyici elitlerin zulmüne mâni olmak ve yeni kurulacak düzenle adâleti temin etmek hedefine matuf idi. Bu açıdan bakıldığında, İslam devletinin yayılma gayesi, sloganı, argümanı ya da ‘kızılelma’sı olan “îlâ-yı kelimetullah” aslında, “bizler Allah ve Resûlü sayesinde adâletli bir yönetime kavuştuk, halkımız binlerce yılın doğruları (ma’rûf) temelinde barış içinde yaşama imkânlarını elde etti. Bu nimeti komşularımız ve onların komşuları olan diğer milletler de tatmalıdır, bu bize Allah’ın yüklediği bir misyondur” şeklinde düşünen Müslüman toplumun davasıdır. Bu misyonla hareket eden ilk İslam ümmeti, hemen bütün fethedilen ülkelerde olduğu, Endülüs’ün fethini de oradaki ülke halkının ekserisini temsil eden etkin üç guruptan (Devrik kral taraftarları, Muvahhidler/Ariusçular, Mağrib’e sürülen Vandallar) kendisine yapılan yardım çağrıları üzerine gerçekleştirmiştir. Sonuçta İslam tarihinde fetih, kuru bir cengâverlik ya da egemenlik dürtülerinin tatmin aracı olarak kullanılmış değildir.

Büyük komutan Târık bin Ziyad’ın ‘gemileri yakma hâdisesi’ olarak anlatılanlar hakkında neler söylemek istersiniz, nedir hikâyenin aslı?

Gemileri yakma diye bir olay söz konusu değildir. Aslında olması da gerekmiyor. Çünkü bu bir hâdise değil, aslında bir deyimdir. Yani “kararından dönmemek adına her şeyi yapmak” manasında bir deyimdir. İspanya’ya çıkarma yapan ilk İslam ordusunun hangi şartlarda bu harekâtı gerçekleştirdiğini anlatmak için söylenmiştir. Hatırlanacağı üzere o ordunun sayısı 12 bindi. Fakat karşıdaki düşmanın sayısı ise en az bunun 3-5 misli, yani 30 bin ilâ 60 bin arasındaydı. İşte bu savaş durumunda size lazım olan kesin inançtır. Çünkü başka silahınız yoktur. Daha kötüsü “arkada deniz” ve gemiler çok uzakta ya da gittiler. Yakında olsalar bile gemilerin çoğu zaten Müslümanların değil, Vizigotların Sebte valisi Julianus’un.
Hatta ordunun erzakı da tükenmek üzeredir ve bu ordu ya “düşmandaki yiyeceği” ele geçirerek hayatta kalacak ya da zaten açlıktan ölecekti. Yani hiçbir surette geri dönüş düşünülmemişti. İşte Târık liderliğindeki Müslümanlar için geri dönüş yollarının tamamen kapalı olduğunu ve bu yüzden hedefe yürümekte kesin kararlı olduklarını ifade etmek için yazılmış bir deyimdir ‘gemileri yakmak.’ Zamanla deyim bir efsaneye dönüşmüş ve ilk dönem Müslümanların kararlılığını anlatmada kullanılagelmiştir. Sonuçta bu deyimin iki tür toplumsal işlevi de böylece ortaya konmuş olmaktadır. Aslında bu tür efsane ya da deyimlerde gerçek aranması da doğru değildir, çünkü mühim olan vuku bulup bulmadığı değil toplumsal işlevidir. Tıpkı masal, efsane, hikâye, tezkire, menkıbe, kıssa benzeri diğer edebi türlerde olduğu gibi.

Yaşayan Endülüs; Mağrib

Endülüs dediğimizde tam olarak nereyi anlamalıyız? Bugünkü İspanya ve Portekiz dışında Kuzey Afrika’nın batısı da Endülüs sayılır mı?

Tarihi Endülüs coğrafyası bugünkü İspanya’nın yüzde 95’ini, Portekiz’in tamamını ve Fransa’nın yaklaşık yedide birine denk düşen güney bölgesini kapsamaktadır. İslam hâkimiyeti bu üç Endülüs bölgesinden ilkinde 5 ilâ 8 asır, ikincisinde 5 asır kadar sürdü. Ancak Fransa’da kesintisiz bir hâkimiyet mümkün olmadığı veya vatana dönüştürülemediği için oranın Endülüslülüğü tartışmalıdır.
Mağrib ya da bizdeki tabirle Kuzey Afrika’ya gelince, İslam-Endülüs tarihi kaynaklarında bu bölge genel olarak Mağrib adıyla anılır. Endülüs olarak adlandırıldığına ben rastlamadım. Ancak, son iki asırda Mağrib için “Yaşayan Endülüs” tabiri kullanılmaktadır. Bunun sebebi, 1200’lü yılların başından itibaren düşmeye başlayan Endülüs şehirlerinden, Mağrib coğrafyasına gerçekleşen göçlerdir. 1614’lere değin 4 asra yakın süren bu göçler nedeniyle, bugün bizim Fas diye adlandırdığımız (fakat gerçekte kendi kendini Mağrib diye adlandıran) ülke başta olmak üzere, komşuları Cezâyir ve Tunus da bu yaşayan Endülüs tanımlamasına dâhil edilmektedir. Çünkü bu üç ülkede Endülüs menşeli nüfus yoğundur. Hâssaten Fas’ın Tanca, Tıtvan, Şefşâven ve Rabat gibi şehirleri büyük ölçüde Endülüslüdür. İşin ilginç yanı bu insanların Osmanlı tarihindeki yeri de bir başkadır. Fakat onu da bir başka vesileyle anlatalım inşallah.

Avrupa’nın İslam ülkelerinden (ç)aldıkları

Müslümanların İber Yarımadasına çıkışı ile Avrupa ya da batı ne kazandı, neleri öğrendi Müslümanlardan?

Bu konu gerçekten çok uzundur. Fakat kısaca birkaç cümle edebiliriz belki.
Bir defa medeniyet denilen insanlığın birlikte yaşama tecrübesi, eski çağlardan kıyamete değin akan bir nehir misali süreklilik arz eder. Modern öncesi dünya tarihinde bu medeniyetin doğuş ve yayılış coğrafyası ise, gerçekte bugün Ortadoğu diye adlandırılan bölge merkez olmak üzere doğuda Japonya sınırlarına, batıda Atlas Okyanusu’na kadar giden, kuzeyde Orta Asya’yı ve güneyde Afrika’nın kuzeyi ile doğusunu içine alan orta kuşak veya Ortadünya’dır. İnsanlık tarihindeki büyük toplumsal birliktelikler genellikle ve daima bu dünyada kurulmuştur.
Bu birlikteliklerin veya medeniyetlerin de ortak bir kurallar ya da değerler manzumesine dayanma zorunluluğu vardır. Ayrıca, hayatın idame ettirilmesinde işleri kolaylaştıran her türden teknikler de mühimdir. İşte bu değerler ve teknikler savaş, barış, ticaret, evlilik vb. çeşitli vasıtalarla toplumlar arasında alış-verişe konu olur. Herkes zaman içinde birbiriyle iletişim ve etkileşim içinde olduğu müddetçe bir şeyler alıp verir. İşte burada belirleyici olan şey, hem askerî hem de kültürel güç bakımından güçlü olmaktır. Bu iki alanda güçlü olan, diğerlerini etkiler ve bir şekilde ona hâkim olarak onu yönetir.
“Dünyanın İslam asırları (622-1822)” olan 12 asırda, Müslümanların egemenliğindeki Ortadünya, hem kendisinden evvelki kadim geleneklerin sürdürülmesine müsait ortamı oluşturmuş, hem bu kültürleri benimseyerek özümsemiş hem de diğer milletlere aktarılmasına aracılık etmiştir. Fakat bu, bilinçli bir aracılık olmayıp, hayatın rutini içinde kendiliğinden gerçekleşen bir olgudur.
Bu temel medeniyet bilgisinden sonra kısaca söylemek gerekirse, Avrupa milletleri İslam dünyasından, siyaset dışında hayatın hemen her alanında iktibaslar ve aktarımlar yapmıştır. Bu konuda düşünce, edebiyat, ziraî üretim teknikleri, bilim, toplumsal görgü ve şehircilik âideleri gibi alanlar başta gelmektedir. Mezkûr alanlarda Endülüs-İslam kültür havzasından İspanya-Avrupa kültür havzasına geçmiş olan kelime ve kavramları biz, 70 sayfalık makale şeklinde iki parça halinde yayımlamış bulunmaktayız. Dileyenler o çalışmamıza bakarak, Avrupa siyasası ve entelijensiyasının özellikle 900’lü yıllardan itibaren İslam ülkesinden (ç)aldıklarının adlarını görebilirler.

El-Hamra yeniden yapılamaz

Bugün Endülüs deyince el-Hamrâ sarayı akla geliyor. Bugünün insanı el-Hamrâ’yı inşa edebilir mi, edemezse onu yapan insan ve ruhu nasıldı, bugünden farkı neydi?

Bilindiği gibi medeniyet tarihinde yaşanmış kültürel dönüşümler, ortalama 1000 (bin) yılda bir tamamlanmakta ve enteresandır ki, sonraki bin yılın sonunda bin yıl öncesinden şeklen adeta hiç iz kalmamaktadır. Bilhassa şu içinde bulunduğumuz “modern” çağın temel nitelikleri, yapı itibarıyla geleneksel bütün medeniyet formlarından neredeyse yüzde doksan oranlarında farklılık arz etmektedir.
Bu değerlendirme ışığında sorunuza cevaben rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Elhamrâ bugün ancak kopyalanabilir, fakat onu asli ruhuyla hiç kimse yeniden inşa edemez. Çünkü her çağın mimarisi, o çağı diğerlerinden ayırt eden temel karakterine müstenittir ve bu karakter sonrakilere tamamen değil ancak kısmen geçebilir. Dolayısıyla bu sarayın ruhunu kısmen yaşatan millet ya da milletler bugün mevcut olabilir. Fakat onun ruhu artık farklı yeni formlara dönüşmüştür, aslına uygun şekilde yeniden diriltilemez.

1492 tarihi bize Müslüman ve Yahudi katliamını akla getiriyor. Biraz da bu katliamdan söz edebilir miyiz? Nasıl gerçekleşti ve ne kadar insan hangi usullerle katledildi?

İspanya Krallığı’nın sistemli baskısıyla, 1492-1614 arasında gerçekleşti. İki yüz bin civarı nüfusu olan Yahudilerin yaklaşık yarısı, altı yüz bin kadar Müslüman nüfusun ise iki yüz bin kadarı devlet baskısıyla din değiştirmek zorunda kaldılar ve hayatını bu şekilde sürdürebildiler. Yahudilerin diğer yarısı Endülüs’ten göç etmek zorunda bırakıldı ve sonra Sefaradlar olarak anıldı. Müslümanların ise yüz elli bin kadarı bir asır süren Katolik İspanyol baskısı altında ya işkenceyle ya da sokaklarda diri diri yakılarak katledildi. Geriye kalan iki yüz elli bin kadarı da Mağrib İslam ülkelerine göç etmiştir.

Endülüs Müze şehir olarak kalırdı

‘Dalları batıda, kökleri Doğu’da’ olarak tarif edilen Endülüs’ün yıkılmasıyla Müslümanlar ve Avrupa neler kaybetti? ‘Yaşasaydı’ demek ne kadar doğru bilmiyoruz ama şayet yaşasaydı bugün nasıl bir Avrupa olurdu?

Endülüs’ün kaybı aslında bir nevi eski iki düşman güç arasındaki ortak alanın kaybı anlamına gelmektedir. Zaten bu ortak alan düştüğü için Avrupa Hristiyan elitleri Maşrık İslam dünyasına ve daha sonra da bütün dünyaya açılma ve yayılma imkânı bulmuştur.
Müslümanlar her şeyden evvel dünyada bağımsız büyük bir güç olma iddiasını kaybettiler. Çünkü Avrupa kendilerine karşı haçlı düşüncesi etrafında birleşti. Sonra da yavaş yavaş kabuğundan çıkarak dünyaya açıldı. Böyle olunca önceden âdeta dünyanın süper gücü durumundaki İslam yurdu için ciddi tehdit haline dönüştü. Osmanlı olarak bir süre daha hâkim pozisyonunu sürdüren Müslümanlar, en sonunda düşman güç Avrupa ve müttefikleri Hristiyan güçlere mağlup oldular.
Eğer Avrupa elit tabakasında “öteki”ne saygı anlayışı yerleşmiş olsaydı, İspanya’nın güney kıyısına çekilerek iyice küçülmüş olan İslam devletini tamamen yok etmezlerdi. Yalnızca Gırnata’da ve kendilerine bağımlı özerk bir yapıda bile olsa yaşamasına izin verirlerdi. O zaman bugünkü El-Hamrâ bu şekilde hayalet kasaba değil, yaşayan bir mekân olurdu ve bu sayede dünya Endülüs’ün küçük de olsa gerçek bir numunesini görme şansına sahip olurdu. Fakat modernizmin yıkıp yok etmediği hemen hiçbir din ya da kültürel alan kalmamışken, Endülüs devletçiğinin yaşatılması müze-şehirden öte bir anlam ifade etmezdi sanırım.

Endülüslüler farklı lisanlara sahipti

Endülüs deyince biraz da İbn-i Arabi, İbn-i Rüşt, İbn-i Hazm, İbn Firnas gibi âlim, âbit, zahid zâtlar akla geliyor. Onların yaşadığı çağın ruhundan bahsetsek biraz…

Bu âlimlerin yaşadığı çağın ruhu ya da o şahsiyetleri yetiştiren toplumsal ortam konusunda, bugün ilginç şekilde pek kimsenin zikretmediği birkaç özelliği söyleyelim.
Öncelikle, Endülüs İslam Devleti, toprakları üzerinde çok farklı yerel kültürlerin hukuki güvence altında yaşatıldığı bir hukuk devletidir. Farklılıkların yaşatılmasına imkân sağlayan yegâne temel ise, uygulanan İslâmî ahlâk-hukuk düzenidir. Çünkü Endülüs, İslam’ın hâkim olduğu sosyo-politik bir ortamdır. İkinci özelliği ise, Endülüs Devleti kendi çağının üç büyük devleti arasında yer alabilmiştir. Âdil yönetimler sayesinde toplumsal huzur ve refahı sağladığı asırlarda, hem kendi talebe ve âlimlerine her türlü imkânı sağlamış hem de dışarıdan âlimleri ve talebeleri kendine çekebilmiştir.
Bu sayede, Müslüman İspanya’da bütün unsurlarıyla birlikte İslam kültürünün zengin yaşanma biçimleri, tabii olarak İber Yarımadası kültürel unsurlarının da etkisi ve katkısıyla kendine özgü niteliğini kazanmıştır. Gerçekte bu toplumsal kazanımların her şekli veya aşamasında ya da her kesimden Endülüslünün hayatını yakından ilgilendiren her hususta âlimlerin başat rolü dikkate şayandır.
Bir diğer özellik olarak, Endülüs tebaası çok farklı lisanlar ve lehçelere sahipti. Ülkede konuşulan İspanyolca, Portekizce, Latince, Fransızca, Katalanca gibi yerel lisanlara fetihten sonra Arapça ve Berberîce de eklenmişti. Bu yedi lisânın karışmasından “Endülüs Acemiyyesi” (el-Lâtiniyye) diye adlandırılan yeni bir halk dili ortaya çıkmıştı. Bu zengin kültürel ortamda doğal olarak edebiyatçı ve âlimlerin bütün lisânları kolayca öğrenme imkânı vardı.
Dolayısıyla, farklı diller ve kültürleri tevârüs eden Endülüs halkı, sahip olduğu kültürel zenginliğiyle o çağın diğer milletlerine oranla daha avantajlı bir konumdaydı.

Yahudilere yeni yurtlar hazırlanıyor

Tarihi Yahudi ve Müslüman katliamlarıyla dolu olan İspanya, son yıllarda Sefarad Yahudilerine vatandaş olma yolunu açtı. Bununla neyi hedefliyor? Aynı şekilde neden İspanya’dan sürgün edilen Müslümanlara da vatandaşlık vermiyor?

Aslında bu çağı iyi tanıyanlar için sorunun cevabı çok basit. Biz bunu Ş. Teoman Duralı hocanın ifadesiyle verelim: “Günümüzdeki şartların da bunların sebep oldukları dev sorunların da müellifi İngiliz-Yahudî medeniyetidir.” İspanya ise, bugünün egemenlerinin dünyasında yer almakla birlikte, askerî ve iktisadî güç bakımından onların arasında en aşağılarda bulunmaktadır. Dolayısıyla eskiden ezdiği bir topluluk karşısında, asırlar sonra kendisi bir nevi mağlup duruma düşmüştür. Artık onlar karşısında kendisini ezik ve korkak hissetmektedir. Bu yüzden de bugünün gâlipleri arasında ilk iki içinde yer alan Yahudilerden özür dilemiş ve onları ülkeye davet etmiştir.
Fakat bugünün Müslüman ülkeleri, içinde bulundukları küresel şartlar bakımından Yahudilerin bulunduğu noktanın çok aşağılarında, hatta ters tarafında olup; “çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetine seçenek oluşturabilecek yeni bir medeniyet biçimini ortaya çıkarma” konusunda henüz bir varlık ortaya koyamamışlardır. Dolayısıyla bugünün İspanyolları karşısında küresel-politik bakımdan dûn bir konumdadırlar. İslami bir devlet hâriç, dünyada hemen hiçbir devlet, kendisinden daha zayıf olanlara önemli insani haklar vermez, vermemiştir de.

Yahudiler kendi dedelerini yakan, katleden İspanya’ya geri dönmek konusunda neden bu kadar hevesli? Bu geri dönüşlere Yahudileri Filistin topraklarına götürmeye çalışan İsrail yönetimi nasıl bakıyor?

Hevesli olup olmadıklarını bilmiyorum. Ayrıca İsrail yönetiminin bakışı konusunda da bilgi sahibi değilim. Ancak, şu kadarını söyleyebilirim ki, İspanya bugün dünyada turizm ve tarım gelirleriyle zengin ülkeler arasında yer almaktadır. Yahudilerin tarihi temel niteliği ise tüccar olmalarıdır. Dolayısıyla İspanya’da vatandaşlık ve mülkiyet hakkı, onların zihniyetleri bakımından cazip bir konu olmalıdır. Ayrıca, son asırda Yahudilerin sürükleyici beyni olduğu bilinen Siyonistlerin, son 30 yıldır “yerleşimde B planı” diye adlandırılabilecek bir uygulamalarından söz edilmektedir. Bu plan hâlen Güney Amerika ülkelerine, çeşitli dernekler ve kulüpler kurarak, ayrıca ticarethaneler açarak yerleşmek şeklinde görülmektedir. Sanırım Filistin’de kalıcı olamayacaklarını bildikleri için, oradan kovulduklarında yerleşebilecekleri yeni yurtlar hazırlamaktadırlar diyebiliriz.

***

Kayıp İslam coğrafyalarını hatırlama

TVNET sizin de iştirakiniz ile Ramazan programını Endülüs’ten gerçekleştirecek. Hem de 28 Nisan 716 (h.98) Endülüs’ün Müslümanlarca fethinin yıldönümü. Bu vesileyle neler söylemek istersiniz?
TVNET yönetimi, daha evvel Kudüs’te Ramazan programıyla Türklerin dikkatini kayıp İslam coğrafyası konusuna yöneltmeyi denemişti. Şimdi de benzer duyarlılığı, Endülüs’te Ramazan programıyla, aynı konunun bir diğer parçası olan Endülüs konusunda da göstermeyi hedeflediğini düşünüyorum. Bu elbette yalnızca dünyadaki Müslümanlar açısından değil, aklıselim sahibi bütün insanlar tarafından olumlu bakılacak bir yaklaşım olarak kabul edilmelidir.
Çünkü medeniyet tarihi açısından bakıldığında, miladi 622’de hicret ile başlayan “dünyanın İslamlaşması” süreci, ilk asırlardan son asrına kadar, gerçekte yeryüzünün merkez medeniyet coğrafyasındaki bütün asli kültürlerin muhafaza edilerek yaşatılmasını temin etmiştir. Yani Çin’den başlayarak Atlas Okyanusu’na kadar devam eden Ortadünya medeniyetler coğrafyasında, bu coğrafyanın tarihi şehirleri ve milletleri üzerinde bir koruyucu zırh olarak İslam’ın varlığı, aslında insanlık âleminin varlığını sürdürmesinde zorunlu bir unsur olan kültürel çeşitliliğin de muhafaza edilmesi anlamına geliyordu. Haddizatında bu, tarihi belgelerle sabit ve yaygın bilinen bir realitedir. Bu realite dikkate alındığında anlaşılacaktır ki, Batılılar tarafından bu koruyucu zırhın kaldırılması, gerçekte o şehirler veya milletler için bir asimilasyon sürecinin de başlamasına denkti. Nitekim son iki yüzyılda bu sürecin yoğun şekilde yaşandığına bütün âlem şahittir.
Bu yaklaşımla, bir dünya medeniyet numunesi ve mirası olan Endülüs’ü anmak ve gündeme getirmek, elbette ki insanlık adına yapılabilecek yararlı çalışmalar arasında değerlendirilmelidir. Bu bakımdan TVNET yönetimini kutluyor ve birlikte muvaffakiyet diliyorum.
28 Nisan Endülüs’ün fetih sene-i devriyesi evet. Bu vesileyle ben konunun uzmanlarından birisi olarak biraz sıradışı bazı önerilerde bulunmayı de isterim. Mesela, STK-medya işbirliğiyle o gün Endülüs’e “akademik nitelikte yerinde öğrenme seyahatleri” düzenlense. Bu çalışmaların liderlik ve bilim rehberliğini üstlenecek bizler gibi medeniyet tarihçileri, orada İslam’ın insanlık tarihine olan katkılarını katılımcılara anlatsalar. Veyahut İslami yönetimler sayesinde nasıl yüzlerce yerel din, dil ve geleneğin binlerce yıldır olduğu gibi kesintisizce sürmesi ve akmasının İslam sayesinde temin edildiğini, yerinde ve örnekleriyle izah edebilseler. Ve mesela ikinci önerim, İslam sayesinde yüzlerce yıl yaşanarak nakledilen milli kültür varlıkları konusunun çeşitli faaliyetler vasıtasıyla işlenmesidir. Bu etkinlikler hem ülkemizde hem de kadim Endülüs toprakları olan İspanya, Portekiz ve Güney Fransa’da; o ülkelerdeki STK’larla birlikte düzenlenebilir.

Arap Camii Endülüslülerin mi?

Pek çok İstanbullunun bilmediği belki hiç görmediği muhteşem Arap camisinin Endülüs ile bir ilişkisi var mı? Varsa biraz anlatabilir misiniz?

Olma ihtimali vardır fakat kesin değildir. Şöyle ki, daha Emevilerin ilk yıllarında (674-678) gerçekleştirdikleri Konstantinopolis kuşatması sırasında, Eyüpsultan ve Galata civarlarında ordugâh kurmuşlardır. Ordugâhta toplu namaz kılmak için ahşaptan bir câmi yapıldığı, kuşatmanın kaldırılmasından sonra da Rumların bu camiyi yıkarak yerine kilise inşa ettikleri tahmin edilmekte, asırlar sonra Müslümanlar bu kez Osmanlılar olarak aynı yeri fethettiğinde ise bu kiliseyi câmiye çevirdikleri bilinmektedir.
Câminin bu Emevi kuşatmasına uzanan tarihi yanında, Osmanlı ülkesine ve bu arada İstanbul’a göç eden Endülüs mühâcirleri (Müdeccenler) ile ilgili hikâyesi de vardır. Bizim Mudejares Sefarades: Endülüslü Müslüman ve Yahudilerin Osmanlı’ya Göçleri adlı kitabımızda geniş olarak yazdığımız gibi, Osmanlılar yalnızca Endülüs Yahudileri Sefaradlara değil, aynı zamanda Müslümanlara da yardım etmiştir. Hem onlardan gücü yettiği kadarını kendi topraklarına taşımış hem de onlara zulmeden İspanya üzerine küçük ve Fransa’nın dönekliği yüzünden etkisiz kalan donanma da sevk etmiştir. Hem de bunu 1481’den 1700’lere kadar yapmıştır. Galata ve çevresine on binlerce Endülüslü Müslüman ve Yahudi’yi ayrımcılık yapmadan yerleştirmiştir. Evliya Çelebi de onlardan bahsetmektedir. İşte Endülüslü Müslüman mühâcirlerin yerleştirildiği yer, bu Arap Câmii çevresidir ve İstanbul halkı Endülüslüleri Arap zannettiği için de câmi Arap Câmii adıyla anılır olmuştur.

Benzer konular