“Göçmenin hangi ülkeden geldiği, kökeninin bilgisi, gerçekten algıyı belirliyor. Politikalarda etkili oluyor.” Prof. Kadir Canatan’ın bu tespiti, göçmen dalgası karşısında Avrupa’nın izlediği stratejiyi de ortaya koyuyor. Canatan’a göre demografik kaygılar yaşayan Avrupa’nın önceliği nitelikli mülteci kabul etmek.
Suriye’den iç savaş nedeniyle göç dalgası başladığında Avrupa toplumlarının endişeye düştüğüne şahit olduk. Bunun arka planına bakarsak ne görürüz?
Avrupa’nın tepkisini anlayabilmek için Avrupa içinden bakmamız gerek. Türkiye, yoğun bir göç dalgasıyla karşı karşıya olduğu ve bu konuda çok cömert davrandığı için Avrupa’yı anlaması zor. Biraz geçmişe dönük bakarsak Avrupa göç akımları bakımından iki tane önemli kriz yaşadı. Birincisi 1992 yılında gerçekleşen Bosna krizi. Özellikle Batı Avrupa ülkelerine çok sayıda mülteci akını oldu. İkinci kriz Avrupa’da sömürgecilik dönemi biterken 50’li, 60’lı, 70’li yılların başında sömürge ülkelerden gelen göç akını oldu. Kolonyal bir göç dalgası gerçekleşti. Avrupa’daki ekonomik büyümeye bağlı olarak 60’lı yıllarda başlayan uluslararası bir işgücü göçü de söz konusu. Burada Avrupa ülkeleri aktif olarak rol aldılar, bizzat göçmenleri önce Güney Avrupa’dan sonra Akdeniz çevresi ülkelerden devşirmeye başladılar. Bu 1973’teki petrol krizine kadar devam etti. Petrol kriziyle göç tamamen yasaklandı ama illegal olarak devam etti. Bir yandan daha da önemli bir göç dalgası ortaya çıktı; Sosyal göç. Yani daha önce Avrupa’ya gerek kolonyal gerek uluslararası işgücü kapsamında gelen kişilerin ailelerini, çocuklarını yanlarına aldırması. Bu günümüzde hala devam eden bir süreç. Bu göçün ağırlık noktası 70’li yıllarla 80’li yılların arasında. Bir de 80 sonrası mültecilik akımı vardı. Düşünün Türkiye’den de politik sebeplerle Avrupa’ya mülteci gitti. Daha sonra Ortadoğu’da Afrika’da meydana gelen çeşitli krizler ve baskılar var. Bundan kaynaklanan mülteci göçleri oldu.
Şimdi Suriye’den gelenlerle ne değişti?
Bence iki şey değişti. Bir, Avrupa çok sayıda Suriyeli göçmen almaya başladı. Göçe doymuş bir Avrupa var. Bugün 1992 yılında olduğu gibi Avrupa’ya göç başvurusu zirve yaptı. 1 milyona yakın başvuru var. Ağırlık noktası Almanya olmak üzere yanı sıra bir kaç küçük ülke var. İsveç, İsviçre, Belçika gibi. Grafikler 92 yılındaki gibi zirve yaptı. Bu artık bardağı taşıran damla oldu. İkincisi de Avrupa’nın sosyal araştırmalarında şu ortaya çıkıyor; göçmenlerin geldiği ülke, kökenleri, göçmenlere karşı gösterilen tutumda açık ve net olarak çok belirleyici. Avrupa dışından gelenlere karşı bir çekince var. Yani Avrupa’dan gelen ve Avrupa dışından gelen diye iki kategoriden bahsediyorlar. Avrupa içinde hangi ülkeden gelirse gelsin, daha fazla entegre olabildiği ve onlara fazla yük çıkartmadığı söyleniyor. Avrupa dışından gelen göçmenlerin uyumu konusunda ciddi problemlerle karşı karşıya kalındığı ifade ediliyor. Onlara karşı bir direniş var. Yani insancıl bir mülteci politikasından bahsetmek söz konusu değil.
Ben bu söylediklerinizden mültecilerin Müslüman olan ve olmayan gibi bir ayrımla karşılaştığını çıkartıyorum. Doğru mu?
Tabi. Bu noktada ciddi manada algı değişikliği var. Bugünlerde Almanya’da bir kardinal bir açıklama yaptı. Almanya gazetelerinde yayınlanan haberde “Bu Almanya’daki kiliselerin mülteci tutumunu yansıtan bir görüştür” deniyor. Kardinal Avrupa liderlerine çağrıda bulunuyor, “Eğer çok hızlı bir şekilde mülteci akınını engellemeye yönelik bir politika geliştirmezseniz Avrupa’da her şey altüst olabilir.” Oysa geçtiğimiz yıllara baktığımızda bütün Avrupa ülkelerindeki kiliseler, özellikle mültecilere kapılarını açmışlardır. Sığınmacıların Avrupa’ya geldiklerinde mültecilik hakkını elde etmeleri bazı ülkelerde 5-6 yıla kadar uzayabiliyor. Bu 5-6 yıllık süreç içerisinde de bunların hiçbir statüsü yok. Dolayısıyla beslenme sorunlarından tutun, eğitimine kadar, her türlü sorunlarına kiliseler yardımcı olmaya çalışıyorlardı. Ama bugün görüyoruz ki Avrupa’nın vicdanı olarak görülebilecek kiliseler bile, din adamları bile kapıları kapatalım diyor. Öteki tarafta “aşırı sağ” yükseliyor bu da tüm dengeleri bozuyor.
Irkçılığa doğru bir gidiş mi var?
Tabi, Aşırı sağın en büyük dinamiği bu Müslüman göçmenler. Bunların Avrupa’ya uyum sağlayamayacağı, demografik ve kültürel dengeleri değiştireceği, kesinlikle alınmamaları ve göçlerin durdurulması gerektiğini düşünüyorlar. Yerleşik siyaset bir çözüm arıyor şüphesiz. Fakat aşırı sağ çok güçlendiği için ona karşı bir söylem üretmek durumunda. Onlar da göç aleyhtarlığı yapmaya başlıyorlar ki tabanlarını kaybetmesinler. Eğer siz göçe doymuş bir Avrupa’da hala göçmen almaya kalkarsanız, toplum buna tepki gösteriyor ve aşırı sağdan yana tavır koyuyor.
Bugünün yansımaları 11 Eylül’den bu yana devam edegelen gelen bir durum mu?
11 Eylül olduğunda insanlar daha serinkanlı açıklamalar yapıyordu. “Bu bir konjonktürdür. Bir iki yıl içinde biter” denildi. O yıllarda benim toplumda gördüğüm toplumun kesinlikle bir zihniyet değişimi geçirdiğiydi. Bence bunda bir kaç uzman kurumun etkisi oldu. Birincisi istihbarat örgütleri ki yapmış oldukları açıklamalar, yayınladıkları raporlar var. Yeni tehditlerden bahsettiler ve bunlardan birinin de İslam kaynaklı terörizm olduğunu söylediler. İkincisi aşırı sağın yükselişi, üçüncüsü de yerleşik partilerin aşırı sağ partilerin güçlenmesi karşısında geçmişte izledikleri ortak cephe oluşturma stratejisinden vazgeçmeleri oldu. Daha popülist politikalara yöneldiler. Bu üç şey olduktan sonra toplum hızla değişmeye başladı. Medyayı da unutmamak lazım elbet. Daha önce göçmenlerin yanında yer alan bir medya vardı. 11 Eylül sonrası hep aleyhte yayınlar yapılmaya başlandı. Toplum belli başlı kurumların eliyle dönüştürüldü. Ondan sonra 11 Eylül, konjonktürel bir durum olmaktan çıktı yapısal bir durum haline geldi.
Avrupa’nın bugün mültecilere karşı olan tutumu, “Avrupa insan haklarının beşiğidir” algısını da yok etti diyebilir miyiz?
Aslında bu bir yandan da iyi bir gelişme. Şu bakımdan söylüyorum, bizim Avrupa’yla ilgili algımız Avrupa’nın realitesine dayanmıyor. Platonik, romantik bir algımız var. Avrupa diye konuşmak aslında büyük bir genelleme. Hangi Avrupa? Güney Avrupa farklıdır, Batı Avrupa farklıdır. Bizde Batı deyince Avrupa, Avrupa deyince de Fransa anlaşılmış uzun yıllar. Her şeyi biz Fransa üzerinden algılamaya çalışmışız. Bu algımız düzelecek işte. Avrupa’nın ne kadar medeni olup ne kadar olmadığı, ne kadar insan haklarına saygılı olup olmadığı, kriz döneminde mültecilere kapısını ne kadar açıp ya da açamayacağını görmüş olacağız.
Peki bu göç dalgası Suriye’den değil de Hıristiyan bir ülkeden olsaydı?
O zaman bahsettiğim Almanya’daki bu kardinal muhtemelen şöyle diyecekti: “Avrupa ülkeleri bu göçü sınırlandırıyor. Çok selektif bir göç politikaları var. Bu insanlığa aykırı, Hıristiyan değerlerine, Avrupa’nın savunduğu insani değerlere aykırı” diyecekti. Ama bugün tam tersini söylüyor. Onun için göçmenin hangi ülkeden geldiği, kökeninin bilgisi, gerçekten algıyı belirliyor. Politikalarda etkili oluyor.
Demografik yapının değişip Müslüman nüfusun artmış olacağından ve bunun getireceği sonuçlardan korkuluyor da olabilir mi?
Kesinlikle. Demografik bir endişe var. Göç taraftarlığı yapanlar şöyle düşünüyorlardı; “Bizim zaten nüfusumuz düşüyordu. Bu nüfus açığını göçmenlerle kapatacağız.” Özellikle Almanya’da nüfus eksilerde şu an. O yüzden göçmen alımında biraz daha cömert davranıyor. Fakat bu söylem giderek zayıflamaya başladı. Sebebi de istedikleri nitelikli göçmenin gelmemesi. Oysa Avrupa’nın amacı her zaman nitelikli göçmen almak. İkincisi de Avrupa’daki azalan yerli nüfusun karşısındaki göçmenlerdeki çocuk adetleri, kadınlardaki doğurganlık oranları daha yüksek. Dolayısıyla “Zamanla nüfusumuz değişecek” şeklinde bir endişe var.
En fazla mülteciyi Almanya’nın alması, mültecilerin de en çok Almanya’ya gitmek istemesi bana çok ironik geliyor. Düşündüğümüzde Almanya’da büyük bir soykırım yaşandı.
Almanya’da yaşayan siyaset bilimci Suriye kökenli Bassam Tibel’in meşhur bir sözü var. Diyor ki “Almanya hep uçlarda çözüm arayan bir ülke oldu.” Almanya bir ara faşizmle sorunlarını çözeceğini inandı. Şimdi de demokrasi, çok kültürlülük gibi konseptlere yaslanıyor.
Entegre edeceğini düşünerek mi …. ?
Bir göç ülkesi olduğunu hiç bir zaman inkar etmedi Almanya ama “Göçmenleri biz aldık, kabul ettik bu göç süregelen bir durumdur” gibi bir açıklama da yapmadı. Yani Avrupa hiçbir zaman “Biz çok kültürlü bir toplum yaratacağız gibi bir hülyaya kapılmadı. İkincisi bu uygulanan politikalar entegrasyon politikası olsa bile bu da asimilasyon politikası oldu hep. Ama 90’lı yılların sonuna kadar gerçekten bir entegresyon politikası vardı ama bugün hiçbir Avrupa ülkesi için bunu söyleyemeyiz. Mesela Merkel bir mesaj verdi Türkiye ve Müslüman ülkelere.
“Müslümanlar Mekke’ye gitmiyorlar. Almanya’ya geliyorlar” dedi. Bunun derin anlamı şu: “İslam çözüm üretemiyor, çözümü bizde arıyor. Müslüman ülkeler kendi göçmenlerine sahip çıkmıyor” Dolayısıyla Avrupa’yı hala büyük bir ideal uygarlık gibi görüyor. Bu tür bir söylemde bulundu. Bence bu sözleri bizim dünyamızın çok düşünmesi lazım. Komünizm döneminde de aynı şey komünistlere söyleniyordu. Neden Türkiye’deki hiçbir komünist Bulgaristan’a, Rusya’ya gitmiyor da Avrupa’ya gidiyor.
Siz ne öngörüyorsunuz, bu iş nereye kadar gidecek?
Artık bu dünya eski dünya değil. Bütün kartlar yeniden karılıyor. Dünyada muazzam bir mekânsal sosyal hareketlilik var. Böyle kısa bir sürede istikrar arayışı bana çok gerçekçi gelmiyor. Bugünkü mevzuatlarımız politikalarımızı devam ettirerek gelişmeleri karşılayalım şeklindeki muhafazakâr tutum bence geçerli olmayacak. Bütün ülkeler bazı şeyleri gözden geçirmek zorunda kalacak. Burada benim korkum ileriye doğru adım atmak yerine geriye doğru adımlar atılması. Bu korkum özellikle Avrupa için var. Bu kardinalin çağrısı da boşuna değil. Maalesef daralan bir dünyaya gidiyoruz. Bu gelişmeler zorlayacak, çatışmalar çıkacak. Bize ise bu göç çok şey öğretecek. Komşularla ilişkimizi yeniden düşüneceğiz. Ortadoğu politikalarımızı yeniden düşünmek zorunda kalacağız. Avrupa algımız değişecek. Belki yeni anlayışlar ortaya çıkacak.
Peki biz bu krizi nasıl yönettik?
Bence Avrupa’nın 60’lı 70’li yıllarda yaptığı hataları biz de yaptık ve yapıyoruz. Avrupa 20 yılı aşkın zamanda, ısrarla bir şekilde, yapısal anlamda da ihtiyacı olduğu halde göçmenleri hep misafir işçi gibi kullandı. Gidecek gözüyle baktı ve hiçbir önlem almadı. 20 yıl sonra entegresyon politikasını ilan ettiklerinde de şunu dediler; “Siz entegre olmadınız” Siz entegre etmek için hiçbir şey yapmadınız ki! Yani böyle iki yüzlülük sergilerdiler. Türkiye de şu an bu olayı geçici görüyor. “Bu kriz bitecek geri dönülecek” gibi düşünülüyor ama süreç de giderek uzuyor ve bu yöndeki beklentiler de gerçekçi olmaktan çıkıyor.
Göçün bize armağanı güçlü bir köprü
Tabi kötü şartlarda komşu illerde yaşayanlar mutlaka dönecek ama İstanbul’a kadar gelip iyi iş kuran, Suriye ile Türkiye arasında bir köprü olacak insanlar bence burada kalacaklar. Çocukları burada yetişiyor. Türkçe öğreniyorlar. Türkiye ile Suriye arasında gelecekte toplumsal ve politik bir anlamı da olan çok güçlü bir köprü olacak. Bu da belki göçün bize bir armağanı olacak.
Avrupa’ya gidenlerden pişman olanlar var
Batı basınından takip ettiğim kadarıyla evet pişman olanlar var. Gidenlerin göçmen statüsünü ve her türlü hakkı alacakları gibi bir düşünceleri var İkincisi Arapların Avrupa hakkında hiçbir bilgisi yok. Orada yaşanan derin değişimi, İslamofobik toplum yapılanmasını hiç bilmiyorlar. Bu tutumun daha da ilerleyeceği ve daha çok aleyhte bir durum ortaya çıkacağını bilmiyorlar. Sosyal medyada mülteciler kendi aralarında özellikle Hollanda’yı tercih etmeyin, sakın Hollanda’ya gitmeyin diyorlar. Hollanda medyası bunu haber yaptı. Oradaki yerleşik mülteciler de yeni mültecilerin gelmesini istemiyorlar. Çünkü bu göç akımının Avrupa’da olumsuz bir tutum geliştireceğini biliyorlar. Bunun kendi aleyhlerinde de olacağını biliyorlar.