Yönetmen Aida Begiç, son filmi Bırakma Beni’yi Gerçek Hayat’a anlattı. Filmlerini çekerken kendisini sadece olayların bir şahidi olarak algıladığını söyleyen Begiç, “Bu filmde şahit konumum çok daha net ve açık. Çünkü kameramın önünde filmin hikayesini tecrübe etmiş olan gerçek öksüz ve yetim çocuklar vardı“ diyor.
Suriye iç savaşından kaçarak Türkiye’ye sığınan yetim çocukların gerçek hayat hikayelerinden yola çıkarak çekilen Bosna Hersek’in Oscar adayı Bırakma Beni filmi, Türkiye’de vizyona girdi. Bosnalı yönetmen Aida Begiç, Türkiye’de yaşayan Suriyeli yetim çocukların gerçek yaşam hikayesini beyaz perdeye taşıdı. Film, dünyanın dört bir yanında yaşayan yetimler için kamuoyunu bilinçlendirmeye çalışan ve ihtiyaçları doğrultusunda yardım çalışmaları yürüten Beşir Derneği’nin “Yetim Projesi” kapsamında çekildi. Yönettiği filmlerle dünyada büyük yankı uyandıran yönetmen Aida Begiç, filmi Bırakma Beni’yi yazarımız Amina Siljak’a anlattı.
Gerçek Hayat dergisi için röportaj vermeyi kabul ettiğiniz için şükranlarımı belirtmek istiyorum. Filmografinizi hatırlarken, filmlerinizin hikayeleri de gerçek hayatın yansımaları gibi geliyor. Savaş sonrası Bosna hikayelerini işlediğiniz, çok sayıda ödül alan ilk filminiz ‘Snijeg’ (Kar) ile ‘Djeca’ (Çocuklar)’dan sonra üçüncü uzun metrajlı filminizde tekrar çocukların hikayesini ele alıyorsunuz. Bu sefer Türkiye’ye sığınan Suriyeli mülteci çocuklara odaklanmışsınız. Neden Suriyeli çocuklar ve filminizin hikayesini neden Türkiye’ye yerleştirdiniz?
Yetim Projesi için çalışmalara başladığımızda Suriye’deki savaş tam dört senedir devam ediyordu. Mülteci krizi ciddi bir boyuta ulaşmıştı. Savaşı bizzat yaşayan biri olarak bu konularda oldukça hassasım. Bosna’da olduğum için Suriyeli mülteciler konusunda buradan çok şey yapamayacağımı düşünüyordum. Beşir Derneğindekiler uzun zamandır sığınmacılara yardım ettikleri için, sığınmacılar arasında çok fazla çocuk bulunduğu, özellikle yetim ve öksüz çocukların sayısının çok olduğu kanaatine varmışlar. Bu çocuklar için bir şeyler yapmak istediler. Çocukların ruhlarına hitap eden bir proje yapmak, aynı zamanda günden güne büyüyen yetim sorunu hakkında kamuoyunun da şuurunu uyandırmak istediler.
Beşir Derneği ile birlikte yetim ve öksüz Suriyeli çocuklar için oyunculuk workshopları başlattık ve bu workshopların sonucu olarak filmimiz gelişti. Suriye savaşında dünyada en çok sığınmacı kabul eden ülke Türkiye. Yani Türkiye tek başına dünyanın diğer tüm ülkeleri kadar sığınmacı kabul etmiş. Türkiyeli komşularının misafirperverliği sayesinde Suriyeliler hayatta kalabilmişler. Bu çocuklar da Türkiye’de gördükleri misafirperverlik sayesinde hayatta kalmayı başaran çocuklar. Bosna savaşını bizzat yaşamış bir film ekibiyle, bu kadar büyük sayıda sığınmacı ağırlayan Türkiye’de, çok uzun ve kanlı savaşın mağdurları olan Suriyeli çocuklar hakkında film yapmanın ilgi çekici olduğunu düşündüm. Bu nedenle filmi Türkiye’de çektik.
ONLAR DA BİZİM GİBİ
Belki de Dickens ve Hugo’nun etkisi altında, filmlerde de edebiyatta olduğu gibi, mültecilerin, yetimlerin toplumun kenarında konumlandırılmış, başlı başına bir toplum fazlalığı olduğuna ait klişelerle karşılaşıyoruz. Siz ise hikayenizin kahramanlarının önünde bir geleceğin kapısını açıyorsunuz, dolu ve güzel geçmişlerini gösteriyorsunuz. Filminizin kahramanları bizim iyi, edepli, zeki ve çalışkan çocuklarımız. Bu, gerçek hayattan yansımış bir görüş mü, yoksa sizin arzularınız mı? Yani filminiz, hikaye konusu çocuklarla Türkiye’de gerçekleştirmiş olduğunuz workshoplardan elde edindiğiniz tecrübe niteliğini hangi derecede taşıyor?
Film Türkiye’de çocuklarla çalışırken gördüklerimi tamamıyla yansıtıyor. Bizler genelde fakir fukaraları, mültecileri, yetim ve öksüz çocukları bizden fazlasıyla farklı, geçmişi olmayan, kendilerine özgü insanlar olarak değil, bir ‘olgu’ gözüyle, öteki olarak görüyoruz. Bize öyle bakmak daha kolay geliyor. Halbuki bu insanlar da “hepimiz” gibi. Bu çocukların hepsi bizim çocuklar gibi. Bir farkla: hayatları sonsuza kadar kocaman bir kayıpla ve bir hüzünle değiştirilmiş. Ben bu Suriyeli çocukların hayatlarını içten, onların açılarından göstermek istedim. Beni ilgilendiren sadece buydu. Bu şekilde izleyiciyi de bu çocukların haline, konumuna getirmeye çalıştım. Hayır, benim veya sizin konumunuza değil, bu çocukların konumuna.
Binlerce yıllık bir medeniyet birikimi üzerine kurulmuş, rivayetlere göre İbrahim ve Eyüp peygamberlerin yaşadığı, ateşin gül bahçesine dönüştüğü, Eyüp Peygamberin uzun yıllar süren ıstırabının refaha kavuştuğu yer olan Şanlıurfa’yı neden filminizin mekanı olarak seçtiniz?
Urfa, dünyanın en özel, en seçilmiş yerlerinden biri. Farklı farklı medeniyetlerin izleriyle donatılmış, nüfusu farklı etnik gruplardan oluşan bir sınır şehri. Efsanevi şehir olan Urfa’nın havasına da, sakinlerine de kutsal mekanın özellikleri yansımış. İşte bunlardan dolayı, filmimin hikayesini Urfa’ya yerleştirirken, hikayenin dünyanın her bir mekanında olduğu gibi bir “la-mekanda” cereyan etmesi izlenimini bırakabileceğimi hissettim. Bunun yanı sıra, bugün de Şanlıurfa’da yarım milyon sığınmacı yaşıyor ve her şeye rağmen, Urfa’nın insanları kendilerine özgü inceliklerini, güzelliklerini, misafirperverliklerini kaybetmemişler. Ayrıca mekanın güzelliği ve ayrıcalığı büyük ölçüde filmimizin görsel boyutunu da belirledi.
İslam medeniyeti sanatlarında sanatçı yaratıcı değil, yaratılmışın yorumcusu ve anlatıcısıdır. İslam Medeniyeti sanatçısı yargılamıyor, hükmetmiyor, kendisi sadece bir şahit konumunda gördüklerini naklediyor. Siz sanat, kurgu filmiyle uğraşıyorsunuz. Sizin konumunuz ne? Şahit misiniz yoksa yaratıcı mı?
Kendimi sadece bir şahit olarak algılıyorum, çünkü hiçbir zaman herhangi bir görüşümün, bir kurgumun hayatın kendisinden ve hayatın sunduklarından daha önemli olabileceğini düşünmedim. Bu filmde söz konusu şahit olma konumum çok daha net ve açık. Çünkü kameramın önünde filmin hikayesini tecrübe etmiş olan gerçek öksüz ve yetim çocuklar bulunuyordu.
FİLMDE SİYASET YOK
Kahramanlarınızın dramları belirli siyasi gelişmelerin ve siyasi kararların sonucu olarak ortaya çıktı. Küresel ve yerel siyasetin sanatı da etkilediğini düşünecek olursak, filminizde siyaset var mı?
Bu film herhangi bir şekilde siyaseti ele almıyor. Çünkü siyaset üstü olarak savaşlarda masum çocukların mağdur olduğunu gösteren bir gerçek var. Kendi ülkemdeki savaş hakkında bile siyasi bir filmi nasıl çekebilirdim, bilmiyorum. Kaldı ki burası yabancı bir ülke. Sanatçı olarak bir insanın başına gelenlerle, dünyanın her bir yanındaki insanın ortak ve anlayabildiği günlük hayatın ayrıntılarıyla ilgileniyorum. Meşru bir ifade şekli olan siyasi filmler mevcut olmasına rağmen, sanat ile siyaset arasında uyum bulamıyorum. Çünkü siyaset genel doğrulara ve görüşlere, sanat ise bireysel, ferdi doğrulara ve görüşlere yöneliktir. İki farklı görüş herhangi bir filmi aynı şekilde algılayamaz. İşte burada sanat aracılığıyla insanlar arasındaki iletişimin güzelliği ortaya çıkıyor.
Bosna ve Hersek, “Bırakma Beni” filminizi en iyi yabancı film kategorisinde Amerikan Film Akademisi Oscar ödülü için aday olarak göstermiş. Beklentileriniz nasıl?
Bundan dolayı büyük bir gurur ve mutluluk duyuyorum. Filmi en iyi şekilde tanıtmaya gayret edeceğiz, bu Oscar adaylığı ise yaptığımız projenin kalitesinin ve öneminin büyük bir göstergesi. Özellikle yirmi sene önce savaşı görmüş bizlerin, yurtsuz, ocaksız, ebeveynsiz kalmış çocuklarımız adına, Bosna Hersek tarafından, başka bir yerde savaş nedeniyle acılar yaşamış çocuklara ait savaş karşıtı film hikayesinin Oscar adayı olarak gösterilmesinden dolayı mutluluk duyuyorum.