Ahmet Murat: “Bozulmuş dünya bize bozulmuş bir akıl veriyor”

Manevi olarak değerli olan her şeye bazen yağmacı gibi davrandığımızı belirten Şair Ahmet Murat, bozulmuş aklın bozuk dünyayı aklileştirme işini üstlendiğinin altını çiziyor. “Eskiden inandırıcı bulduğumuz şeylerin yerine, eskilerin inandırıcı bulmadıkları, aksine akıl dışı saydıkları şeyleri ikame ediyoruz” diyen Murat’la Ketebe Yayınlarından çıkan “Kuşlarla Sohbetin Şartları” isimli kitabını konuştuk.

Öncelikle hayırlı uğurlu olsun Ahmet hocam. Bilgilenmek ve bilgilendirmek adına soracağım, kitabın önsözü de yok malum. Kitapta bulunan yazıların ne kadar sürede ve ne şekilde biriktiği hakkında bilgi verebilir misiniz?

Çok teşekkür ederim. Kitaptaki en eski yazı 8 senelik filan. Kitap, o tarihten bugüne kadar muhtelif gazetelerde, dergilerde yayınlanmış yazıların yanında hiçbir yerde yayınlanmamış az sayıdaki yazının bir araya gelmesinden oluşuyor.

Kitabınızda bulunan ilk denemede, özetle, yazmak ve yazmamak, daha doğrusu iz bırakmak yahut iz bırakmamak arasında kaldığınızı söylüyorsunuz. Yazmaya yahut yazmamaya karar verebildiniz mi? Yoksa o aralığın bulunulması gereken bir aralık olduğunu mu düşünüyorsunuz?

O yazıdaki meselenin manevi deneyimle ilgili bir tarafı var. Yani siz manevi bir tekamül, manevi bir seyrü süluk yaşarsınız ve bunu yazmak istersiniz. Acaba bu iyi bir fikir mi? Mesele bununla ilgili. Kişisel bir manevi deneyimi yazmak konusunda bizde bir gelenek yok. Batıda ise hemen her şeyi olduğu gibi, manevi deneyimi, mesela bir seyrü süluk tecrübesini anlatmak için de gerekli tecrübe birikmiş durumda. Sebepleri çok ve biraz da karmaşık ama biz içeriden renk vermeyi pek sevmiyoruz diyelim şimdilik. Ha, kişisel bir manevi deneyimimi anlatmak ister miyim, diye soruyorsanız, istemem.

Hiçbir şey olması gerektiği yerde değil

Kitabınızı okurken kendini günlük okuyormuş gibi hissedenler olacaktır. Kitabınız için “okura özel bir mektup” diyebilir miyiz?

Deneme türü üzerinde epeyce düşündüm. İyi denemecileri, onların iyi kitaplarını takip ettim. Benim zihnimdeki deneme, bu samimi dili işleten bir şey. Zihnimin yazacağım konuyla ilgili berraklaşmasını önemsiyorum. Bunu sağlarsam, bunun verdiği rahatlık beni samimiyete; bunu sağlamamışsam, bunun verdiği huzursuzluk beni yine samimiyete götürüyor. Bir de, meslek icabı makale gibi akademik yazılar da yazdığım için, deneme yazarken, oradaki nispeten gölgeli, karartmalı yazım biçiminin hakimiyet alanı dışında olduğumu hissetmek de hoşuma gidiyor. Anılara gidiyorum, taşradaki çocukluğumdan bahsediyorum. Bunların hepsinde korunmuş bir saflık var. Sanırım bunlar da bahsettiğiniz samimiyet etkisini pekiştiren şeyler.

Kitaba da ismini vermiş olan “Kuşlarla Sohbetin Şartları” isimli yazınızda bir cümleye “Menkıbe-lerdeki hadiseleri artık inandırıcı bulmadığımız bir dünyada…” diyerek başlıyorsunuz. Böyle bir dünyada yaşamamızın hikmeti nedir?

Ahir zamanda yaşıyoruz. Ahir zaman demek her şeyin biraz ters yüz edildiği zaman demek. Alametler olarak aktarılan rivayetlere bakın, hiçbir şey olması gerektiği yerde değildir. Hepsinde bozulma ve baş aşağı iniş söz konusudur. Ama biz zamanla, bu tepe taklak olmuş dünyayı, olması gereken dünya gibi sanmaya da başlıyoruz. Bozulmuş dünya bize bozulmuş bir akıl veriyor. Bozulmuş akıl bozuk dünyayı aklileştirme işini üstleniyor filan. Eskiden inandırıcı bulduğumuz şeylerin yerine, eskilerin inandırıcı bulmadıkları, aksine akıl dışı saydıkları şeyleri ikame ediyoruz.

Edep en önemli meselemiz

“Maneviyat ve Yorgunluk” başlıklı yazınızda türbelerin etrafında bulunan “kutsal” pazarlardan bahsederek onların yitim göstergesi olduğunu ifade ediyorsunuz. Bu tüccarların, maddi ve manevi olarak önüne geçilmek için neler yapılabilir?

Maddi olarak önüne geçmeyi düşünmek yerine manevi olarak önüne geçilmesinin yolunu aramayı tercih ederim. Maneviyatın karizmasını, ağırlığını ve heybetini önemsiz buluyor gibiyiz. Manevi olarak değerli olan her şeye dair yağmacı gibi davranıyoruz bazen. Manevi olana teslim olmak yerine, onu maddi olanın kurbanı haline getiriyoruz. Ortaya böyle manzaralar çıkıyor. Bununla ilgili sahip çıkmamız gereken sınır, edep sınırıdır. Edep, bizi maneviyatın özünü çürütmemizden alıkoyar. Çünkü bizi kabuğa yakın bir yerde frenler. Bu sebeple edep en önemli meselemiz oldu.

Şüşterî’nin sahte sufileri yer verdiği eserinden bir seçki düzenlemişsiniz. Seçkiye almadığınız fakat yine de mühim bulduğunuz sahte sufi özelliklerinden bahsedebilir misiniz? Bugünün sahte sufileriyle dünün sahte sufileri arasında bariz farklar var mıdır?

Her şeyin sahtesi olabilir, tasavvufun da, sufilerin de. Geçmişteki sahtelerle bugünküler arasında benzerlikler de olabilir, farklılıklar da. Ama işin özü şu: Sahte sufilik, gücünü ve otoritesini kendi içsel zenginliğinden alamadığı için, ritüellerden, görünümden, ezberlerden, klişelerden alır. Peki, hangisinin gerçek, hangisinin sahte olduğunu anlamak kolay mı? İtiraf edelim ki, hayır. Elimizde iki objektif kriter var: 1) Güvenilir bir silsile, 2) Şeriat. Bunların dışındaki kriterler özneldir, bazılarımızı bağlarken diğerlerimizi bağlamaz. İnsan Yayınları’ndan, Hikayem Ne Tuhatfır: Ebu’l-Hasan eş-Şüşteri’nin Hayatı ve Tasavvuf Anlayışı başlıklı bir kitabım çıkacak Ekim ayında. O yazıda yarım bıraktığım konuyu kitapta müstakil bir bölüm olarak ele aldığımı da paylaşmış olayım.

Benzer konular