Siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler uzmanı Prof. Dr. Nurşin Ateşoğlu Güney’in, “Seferberlik kime karşı ve nasıl yürütülmeli?” sorusuna “Türkiye şu anda tam da küresel boyuttaki jeopolitik kırılmanın tam ortasında. Bölmeye ayrıştırmaya çalışan bir propaganda var. Türkiye’nin milli birlik ve beraberliğinin arkasında sıkı durması gerekiyor” cevabını veriyor. Türkiye’nin içeride ve dışarıda asimetrik savaşla oyalandığını vurgulayan Prof. Dr. Ateşoğlu’na göre, kısa vadede istikrar kolay değil. Ortadoğu’da yeni bir jeo-ekonomik paylaşım yapıldığı ve Türkiye’nin bölgeyi dönüştürme potansiyelinin yok edilmeye çalışıldığı diğer tespitleri.
2016 hem dış hem iç politika açısından önemli gelişmelerin yaşandığı bir yıl oldu. Canlı bombalar, sınır ötesi operasyonlar, 15 Temmuz Darbe Girişimi… Bu bağlamda bir yıllık süreci nasıl değerlendirirsiniz?
2016 oldukça zor bir yıldı aslında. Türkiye’nin en zorlandığı husus tabii ki sınırların ötesinden kendisine yönelen, çok katmanlı, çok boyutlu dışarıdan gelen terörist saldırılardı. Öte yandan bu saldırıların uçlarının da uzandığı içerideki durumla uğraştık. Bunun bir ayağı hendek ve çukur kazmayla vuku bulan PKK’nın şehirler savaşıyla Türkiye’yi Ortadoğu’daki parçalanmış küçük devletimsi ülkelere döndürmek ve benzetmek amacıydı. Bunu Suriye’de PYD’nin oluşturduğu koridordan beslenerek ve dış güçlerden aldığı moral, motivasyonla yaptı. Neyse ki Türkiye saldırıyı geri püskürtmeyi başardı. Ardından PKK kırsal bölgede harekete geçti. Çok şükür Türkiye bunu da atlattı. Mücadele devam ederken, sivil-asker ilişkilerinin bittiğini, demokrasi yönünde bu sayfanın kapandığını düşünürken, devletin içine sızmış FETÖ örgütünün 15 Temmuz’da bir darbe teşebbüsünde bulunmasıyla karşı karşıya kaldık. Bu çok üzücü bir olaydı. En büyük mücadelemiz içeride, dışarıdan destekli terörist örgütlerle. Bunun bir ayağı PKK, bir ayağı FETÖ, bir tarafta da DEAŞ. Bunların içerinden mücadelesini yaparken dışardan beslendiği noktalarla da mücadele ettik. Suriye iç savaşı, 2003’teki Irak müdahalesi, yani Ortadoğu’nun bu istikrarsız konumu, belirli noktalarda parçalanmış devletlerin oluşu, merkezi devletlerin olmaması, ortaya bir takım güç boşlukları çıkardı. Bu güç boşlukları da radikal ve etnik bazlı terörist grupları ortaya çıkardı. Türkiye 65. Hükümetle birlikte hem dış hem iç politikasında kendini yeniden konumlandırdı. Bunu da yapmak zorundaydı. Çünkü Ortadoğu’da da sürekli zeminler değişiyor, ittifaklar değişiyor. Sadece bir devletten size yönelen bir tehditle karşı karşıya değilsiniz. Dönemin bir özelliği de şu, mesela Soğuk Savaş döneminde ne yaşadığımız görünürdü. Artık böyle değil. Dün Sayın Cumhurbaşkanımız da bundan söz ederek “Asimetrik savaş” kavramını kullandı. Artık devletten devlete gelen bir tehditten bahsetmiyorsunuz. Onda bir savaş hukuku var. İnsanlar savaş alanında bile devletler çarpıştığında belli kurallara uymak zorundalar.
Savaşın da devletler arasında bir nezaketi vardı yani.
Evet, mutlaka. Türkiye geçmişte PKK’yla, bir tek terörist örgütle mücadele ediyordu. Otuz, kırk sene bunun zorluklarını yaşadık. Bugün bir de geleneksel olmayan yapıdaki terörist gruplardan söz ediyoruz. DEAŞ gibi, El Nusra gibi. İsim bence çok önemli değil ama bunların savaş yöntemleri hiçbir şeyle bağdaşmıyor. Ne etik, ne ahlaki, ne hukuki. Dolayısıyla sadece askeri yöntemleri de kullanmıyorlar. Algı operasyonları da var. Aslında bütün bu örgütlerin isimleriyle beraber birer maşa olduğunu düşünmek ve görmek lazım. Bunları esas suça teşvik eden unsurlar nedir? Esas amaç nedir? Türkiye’nin hemen sınır ötesindeki alanları istikrarsız bırakmakla ne hedefleniyor? İlk başlarda “DEAŞ’le otuz yıl savaşmak gerekiyor’ deniyordu. O zaman bize verdikleri DEAŞ’ın asker sayısı 30 bindi. DEAŞ karşıtı koalisyona katılan ülke sayısı en başta 60’a yakındı. 30 bin kişiyi ortadan kaldıramamak mümkün mü? Neden bu iş uzuyor? Neden bu işin sonu getirilmiyor? İnsan bunu şüpheyle karşılıyor. Bir öncesinde El Kaide’den söz ediyorduk, şimdi DEAŞ çıktı, o temizlenecek başka bir şey çıkacak. Bunun sebebi bu alanların istikrarsız bırakılması. Karşımızda muhatap ve otorite yok. Tam tersine çok boyutlu terörist tehditle karşı karşıyayız.
Böyle küçük örgütlerle karşı karşıya olmak aynı zamanda hedefleri çoğaltarak mücadeleyi yorucu hale mi getiriyor?
Karşınızda devlet olursa, size yönelik tehditler konusunda karşı tarafa bir yaptırımınız olur, sorumluluklarını hatırlatırsınız. Biz kime başvuracağız? Suriye iç savaşında bize yönelik rejimden bir tehdit vardı değil mi? O da somuttu. Suriye rejiminin yaptığı bir harekete karşı meşru müdafaa yapabiliyorduk. Bunun hukuki izahı vardı. Terörist örgütleri kime şikâyet edeceksiniz, ne yapacaksınız? Bu nedenle Türkiye sınır güvenliğine odaklandı. Bu terörist gruplar sınırlarımıza Katyuşa füzeleriyle saldırıyor. Türkiye’nin müttefiklerinden destek çağrıları da sonuçsuz kaldı. Zaten hava savunma sistemimizde bir boşluk var ve bu yeni bir şey değil. Türkiye bu açığını şimdiye kadar NATO’dan talep üzerine getirdiği füzesavar bataryalarla karşılamaya çalıştı. Her seferinde çağrıda bulunuyor, müttefiklerimiz karar verirse geliyordu. Jetimizin düşürülmesi hadisesi NATO’dan gelen Patriotların çekilmesi anında oldu. Türkiye bu alandaki açığını kapatmak için müttefiklerine başvurdu. Teknoloji transferi yapmak istedi ama müttefikleri buna asla yanaşmadı. Türkiye de alternatif arayışına girdi. Önce Çin’e, sonra Rusya’ya başvurdu. En sonunda karadan havaya gönderilen uzun menzilli bir füze sistemi kurmak için çalışmaya başladı. NATO ona bağımlı kalmamız için hep bir zafiyet bırakıyordu. Fakat sınır güvenliği açısından bu konunun çözülmesi de çok önemliydi. İHA’lar konusunda da Türkiye bir dönem İsrail’e başvurmuştu, neyse ki şimdi kendimiz üretiyoruz. Sınır güvenliğiyle ilgili meselenin en önemli noktası içeride yaşadığımız terörist saldırıların çeşitli boyutta olması ve sınırların ötesinde oluşması. Yeni savunma doktriniyle savunmadan saldırıya geçtik. Yani ön alıcı bir şekilde, yerinde yok etme planı uygulanıyor.
Sınır ötesi müdahale artık bir zorunluluk olsa da Türkiye itirazlarla karşılaşıyor. Bu itirazlar nasıl bertaraf edilebilir?
Operasyonlar uluslararası hukuk açısından meşru, çünkü kaç kez saldırıya uğradık, bu bir gerçek. Onun ötesinde unutmayalım, Amerika 11 Eylül’de kalktı ta Afganistan’a kadar giderek müdahale etti. Bizim sınırlarımızın güvenliği de, sınır ötesindeki tehditleri yok etmekten geçiyor. Uzun bir süre “Güvenli bölge” dedik ama müttefikleri ikna edemedik. Kuzeydeki kuşak oluştuğunda -yani terör kuşağı-, Türkiye Cerablus Operasyonu’yla sahaya girdi. El Bab’ta gündeme gelen şey de bir askeri operasyon ve maalesef kayıplar da oluyor. Çok ilginç, DEAŞ karşıtı koalisyondaki ülkelerden DEAŞ’la sahada savaşan tek ülke Türkiye. Tabii PYD’yle de, Suriye PKK’sı diyelim ona, mücadele ediyor. Bu mücadelenin önünde çok temel bir engel vardı: Rusya’nın bölgeye gelip, Esed rejimi üzerinden füze savunma sistemleri kurarak büyük bir askeri tahribat gerçekleştirmiş olması. 65. Hükümet nasıl savunma paradigmasını değiştirdiyse, çevredeki bölge ülkeleriyle ilişkileri de çeşitlendirdi. Enerji güvenliği meselesinde olduğu gibi. Bu çeşitlendirmeyi yapmalısınız ki ikna edemediğiniz müttefiklerinizi de bu ilişkilerle dengelemeye çalışın. Dolasıyla Türkiye sahada ciddi bir mekik diplomasisi uyguluyor. Rusya’yla ilişkiler düzeldi 7 ay içinde. Rusya’yla anlaşma olduktan sonra da bizim hava kuvvetlerimiz önce Cerablus, sonra Fırat Kalkanı operasyonuna dâhil olabildiler.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, seferberlik halinde olduğumuzun vurgusunu yapıyor. Muhatabımız bir devlet değilse, bu seferberlik ilanı kime karşı ve nasıl olabilir?
Seferberlik, Türkiye’nin bürokrasisiyle, askeriyesiyle, bütün unsurlarıyla ve tabii en önemlisi halkıyla beraber bir bütün olarak hareket etmesi. Kendisine yönelik her türlü tehdit ve saldırıya karşı durmak, bertaraf edebilmek amacıyla el ele dik durabilme meselesi. Bu şekilde okuyorum. Bence Cumhurbaşkanımız bürokraside de askeriyede de belirli kararların alındığını, bunların uygulandığını ama halkla iç içe olarak bu tehditlerin ciddiyetini anlamak gerektiğini söylüyor. Asimetrik savaşın tehditlerini net bir şekilde tanımlamak bile mümkün değil çoğu zaman. Soğuk savaş döneminde o kadar kolaydı ki. Siyah ya da beyazdı. Herkes kimin düşman olduğunu biliyordu. Bugün gri bir dünyadayız. Mesela FETÖ tehdidi diyoruz. Boyutları konusunda net bir bilgimiz yok. Terörist gruplar bir şekilde belirli vekillerin araçları. Bunun için çok sağlam durmanız gerekiyor. Savaşı sadece askeri malzemeler yönetmiyor. DEAŞ’ten söz ediyoruz. İçerisinde doktora yapmış, sinema televizyon alanında deneyimli pek çok kişi var. Bunlar bir tiyatro gibi uluslararası algıyı da yönetiyor. İçinizdeki hassasiyetlerle de bu propaganda savaşını sürdürüyorlar. Bu seferberlik meselesi çok önemli. Bölmeye ayrıştırmaya çalışan bir propaganda var. Türkiye’nin milli birlik ve beraberliğinin arkasında sıkı durması gerekiyor. Bu milli kelimesi çok önemli. Geçtiğimiz günler en zor günler. Bugünlerde kamusal alandaki saygın kişiler birlik beraberliği pekiştirecek açıklamalar yapmalı. Çünkü ülkemiz bir tane.
Bölgede bu ayrıntılarıyla anlattığınız asimetrik savaşın tek muhatabı Türkiye mi? Başka devletler benzer sorunlarla uğraşmıyor mu?
Türkiye’nin büyük bir potansiyeli var. İktisadi olarak da askeri olarak da Türkiye eski Türkiye değil. Bölgeyi dönüştürebilecek kapasitesi vardı. Batı bunu fark etti. Onlar kendi zaviyesinden Ortadoğu’ya şekil vermek istiyor. Bunun sadece belirli sahalar, ülkeler üzerinde etkili olmakla ilgisi yok. Gerisinde jeo-ekonomik nedenler de var. Mesela Libya’da petrol, Suriye’de doğalgaz savaşı veriliyor deniliyor. Türkiye şu anda tam da küresel boyuttaki jeopolitik kırılmasının tam ortasında. O kadar zor bir bölge ki. Yukarda stratejik anlamda bir çatışma var. Rusya’yı da Suriye’ye getiren budur. Hem diplomatik alanda hem cephede savaşıyoruz. Şu anda savaştayız. Belçika’da bir enerji toplantısına katılmıştım, bütün enerji dünyasının önde gelen akademisyenleri, şirketler ve AB’den yetkililer, AB’nin Rusya bağımlılığını aşmak üzere, oturmuş Akdeniz’de, İsrail ve Kıbrıs’taki gaz rezervlerinin ötesinde yeni gaz rezervleri nasıl yapılabilir, onu çalışıyorlar. Mısır’da büyük bir gaz rezervi bulunmuş, bu nasıl getirilebilir, bunu düşünüyorlar. Herkes maşallah Ortadoğu’nun doğalgaz ve doğal kaynaklarını bir güzel paylaşırken biz burada sahada, sahanın ürettiği güvenlik tehditleriyle boğuşuyoruz. Bizi yorarak bütün bu nimetlerin dışında bırakmak ve bölgenin üzerindeki etkimizi de sıfırlamak istiyorlar. Bölgeye Türkiye’nin vereceği moral motivasyonun da önünü kesmiş oluyor. Belirli alanlar istikrarsız bırakılıyor. Sömürgecilik, soğuk savaş dönemlerinde olduğu gibi müthiş bir jeopolitik mücadele var.
Bu yeni bir dünya paylaşımı anlamına mı geliyor?
Sykes Picot çok tartışılıyor şimdi değil mi? Batı “O işlemedi” diyerek yeni bir şey koymak istiyor. Bu da Türkiye’ye rağmen olacak. Türkiye’nin istikrarsız kalması için yeni bir düzen var. Biz de bu çalışmanın kötü taraflarını perdelemek ve engellemek için bir beka savaşı veriyoruz. Yine Cumhurbaşkanı’na atıfta bulunacak olursak, o da bunu söylüyor. Bu da kolay bir şey değil. Çünkü saldırı sadece güvenlik boyutunda değil, askeri boyutta da oluyor. Her şeyi kullanarak Türkiye’ye diz çöktürmeye çalışıyorlar. En önemli son hamle de Rus diplomata yapılan suikast. Son bir haftaya bakın, Beşiktaş saldırısı, Kayseri, sonra Rus diplomat suikastı. Batı çökmüş bir ülke algısı vermeye çalışıyor. Sadece güvenlik sorunuyla muhatap olmazsınız bu durumda. Size ne turist gelir, ne yatırım olur. Her anlamda bütüncül bir saldırı altında Türkiye. Onun için çok sağlam durmak gerekiyor. Öncelikle hepimizin farklılıklarımıza rağmen el ele vermemiz şart. Biz şimdi Batı diyoruz ama tabii net olarak Rus diplomatın suikastının gerisinde hangi istihbarat gruplarının olduğunu da bilmiyoruz. Şunu da eklemek lazım, bu tehdidin yöneldiği bir diğer yer de Rusya aslında. Ondan pek kimse bahsetmiyor. Aslında sadece Türkiye’ye yönelik bir mesele değil. Küresel mücadeleyle de ilgili.
Böyle bir süreçte ittifak kurmanın koşulları nelerdir? Sıkça değişen dönemsel ittifaklar mı söz konusu?
İlginç olan şu, farklı ülkelerin çıkarları örtüştüğü sürece adım adım işbirlikleri oluyor. El Bab’ta üç ülke bir araya geldi. Rusya, İran ve biz. Üç ülkenin de çok farklılıkları var. Bir mutabakat ortaya çıktı, bu bir başarı ama bundan sonra bu mutabakatın nasıl ilerleyeceği konusunda bir öngörüde bulunmak çok zor. Farklı çıkarları ve beklentileri var üç ülkenin de. İttifaklar da sürekli değişiyor ve çok kaypak bir zemin. Rusya müthiş bir sıkışmışlık yaşıyor. Suriye’deki kazanımını masada hızlıca bir sonuca ulaştırmaya çalışıyor. İran panik halinde. Türkiye’yle Rusya’nın anlaşmasından rahatsız. Türkiye’nin tek derdi siyasi bir çözüme varılması. Çok kolay olmayacak tabii ama Türkiye bu sürece geçmeyi istiyor ve Türkiye’yi zayıf bırakmak için istikrarı istemeyenler de var.
Türkiye bir taraftan da içeride ve dışarıda algı operasyonlarından şikâyetçi. Bu sorunun çözümü için neler önerilebilir?
Kendimizi anlatmamız gerekiyor. Uğraşılıyor da biliyorum. Dışarıda hassasiyet yok. Avrupa Birliği Yüksek Komiseri Mogherini Paris saldırısı olduğunda ağlamıştı. Bizde kaç saldırı oldu, dışarıya yansıtılış biçimini biliyoruz. Bir tek Türkiye saldırı altında değil. Daha yeni Berlin’de yaşananlar ortada. Dünyada her yer asker ve tank dolu, güvenlikle ilgili gözümüze batan önlemlerin hepsi dünyada da var. “Türkiye emin bir yer değil” imajı vermeye çalışıyorlar ama küresel bir terör var şu anda. Terörü bir alana sıkıştıramazsınız. Avrupa’nın her yerinde de bu kaygı yaşanıyor. İçerideki algıya gelince, demokratik bir sistemde eleştiri tabii ki mümkün olabilmeli ama Türkiye’nin aleyhine bir noktada ve dışarıya servis edilmek üzere eleştiri yapıyorsanız, bu aslında vatan hainliğine girer. O nedenle Sayın Cumhurbaşkanımız seferberlik meselesinin altını kalın kalın çiziyor. Halkın sağduyusunu yok etmeye ve bıktırmaya yönelik hareketler var. Bu konuda da hassas olunmalı.
Kestirilebilir bir süreçten bahsedemiyoruz. Bu istikrarsızlık daha ne kadar sürebilir?
Batı bu istikrarsızlığın kaynağını söndürmeye kararlı görünmüyor. O nedenle Türkiye’nin iç barışını sağlaması çok önemli. Siyasi parti liderlerine çok büyük görev düşüyor. Onlar bizim temsilcilerimiz. Aynı zamanda motive etmeleri gerekiyor. 2003’te Irak müdahalesi oldu ve iş orada başladı. Güya Irak tüm Ortadoğu’ya demokrasi örneği olacaktı. Serbest liberal ekonominin Ortadoğu’daki Paris’i olacaktı. Bu hedeflerle bize anlatıldı Irak müdahalesi. Sözüm ona orada kitle imha silahları vardı. Colin Powell çubukla, Birleşmiş Milletler’in toplantısında Irak’ta var olduğunu iddia ettikleri silahları gösteriyordu. Sonradan anlaşıldı ki, öyle bir silah yok. Hikâyeler üretilebilir. Hikâyeyi üreten sadece DEAŞ değil. DEAŞ biter başka şey çıkar. Önce içerideki milli birlik ve beraberliğimizi sağlamamız gerekiyor. Çok akıllı olmamız gerekiyor yani. Bu süreç Irak’ta 2003’te başladı, şimdi 2017’deyiz. Sadece Irak değil ki, Suriye, Yemen, Libya, her yer paramparça.