6 Aralık 2017 günü, herkes Trump’ın akşam saatlerinde yapacağı Kudüs konulu konuşmasını bekliyordu. O gün Ankara önemli bir misafiri ağırlıyordu. Arap Birliği dönem başkanı Ürdün kralı Abdullah, İslam İşbirliği Teşkilatı dönem başkanı Cumhurbaşkanı Erdoğan ile bir araya gelmişti. Konu, tahmin edileceği gibi Trump’ın konuşmasıydı. Ürdün kralı Abdullah’ı yanına alan Erdoğan şöyle diyordu:
“İslam İşbirliği Teşkilatı Dönem Başkanı olarak az önce değerli kardeşimle de içeride müzakerelerimizi yaptık, olağanüstü zirveyi 13 Aralık’ta İstanbul’da liderler zirvesi olarak toplayacağız. Liderler zirvesinin bir gün öncesinde de yine dışişleri bakanlarımız ön hazırlıkları yapmak suretiyle çarşamba günü yapılacak liderler toplantısında alınacak kararlarla birlikte sonuç bildirgesini oradan tüm dünyaya açıklayacağız.”
BM’nin Kudüs kararına açılan yol
İki dönem başkanının buluşmasından değerli bir inisiyatif doğmuştu. İslam İşbirliği Teşkilatı dönem başkanı olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan, Arap Birliği Teşkilatı dönem başkanı Ürdün Kralı Abdullah ile güçlerini birleştirmiş ve bu birliktelikten 21 Aralık’ta Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yapılan oylamayla taçlanan Kudüs kararı çıkmıştı.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda 9 ret oyuna karşılık 128 evet ile kabul edilen karar, Kudüs’ün statüsünü, karakterini veya demografik yapısını değiştirme niyetindeki kararların yasal bir bağlayıcılığı olmadığını ortaya koyuyor ve kentin nihai statüsünün Birleşmiş Milletler kararları çerçevesinde yürütülecek müzakereler sonucunda belirleneceğini özellikle vurguluyordu. Kararın diğer bir önemli yanı da, tüm üye devletlere “Kudüs’te diplomatik misyon kurmaktan kaçınma” çağrısı yapılıyordu.
Mültecilerden en çok etkilenen iki ülke
Ürdün ile Türkiye’nin gündeminde Kudüs elbette önemli bir yer tutuyordu. Ancak iki ülkenin mustarip olduğu başka konular da vardı. Ortadoğu’da son dönemde yaşanan gelişmeler her iki ülkeyi de zor durumda bırakmıştı. İki devlet yöneticisi bu konuları da müzakere ediyor ve Erdoğan durumu şöyle özetliyordu:
“Suriye ve Irak’ın toprak bütünlüğüne büyük önem veriyoruz. Ürdün’ün de gelişmeleri yakından takip ettiğini, bizimle aynı endişeleri paylaştığını görüyoruz. Suriye ve Irak’ı terk etmek zorunda kalan milyonlarca kardeşimize her iki devlet, Türkiye ve Ürdün ev sahipliği yapıyor. Bugün itibarıyla Türkiye 3 milyon, Ürdün ise 1 milyonun üzerinde Suriyeli kardeşini misafir ediyor. Önümüzdeki dönemde bu konulardaki iş birliğimizi bölgenin barış güvenlik ve istikrarına katkı sağlayacak şekilde daha da güçlendireceğiz.”
Ürdün halkından Kudüs’e destek
Ortadoğu’nun Arap halkları içerisinde Kudüs için en somut, en görünür desteğin Ürdün’den geldiğini söylemek mümkün. Ürdün sosyolojisi içerisinde Filistin kökenlilerin ağırlıklı bir yer tutuyor oluşunu göz ardı etmeden söylüyoruz bunu. En akılda kalan iki örneği bir daha hatırlayalım.
Ürdün Kraliyet Havayollarının bir pilotu var. Adı Yusuf el Decah, Amman-New York seferine hazırlanıyor. Her kaptan pilotun yaptığı gibi önce yolculara bir selamlama konuşması yapıyor. Ve diyor ki:
“Amman Kraliçe Aliye Havaalanı’ndan New York Kennedy Havaalanı’na yapacağımız yolculukta uçağımız Filistin topraklarına girecek ve Filistin devletinin başkenti Kudüs’ten başlayarak Filistin’in batı kıyılarını izleyip Akdeniz’e girecek.”
Sen misin böyle anons yapan? Uçağı Kennedy Havaalanı’na iner inmez gözaltına alınıyor. Ancak kısa süre sonra serbest bırakmak zorunda kalıyorlar. Ürdün’e döndüğünde milletvekilleri ve Ürdün halkı tarafından tezahüratlar eşliğinde karşılanıyor.
Bir diğer isim de Filistin asıllı Ürdün vatandaşı, Arap Bankası’nın başkanı, ünlü işadamı Sabih el Mısri. İş bağlantıları gereği sürekli seyahat etmek durumunda bulunan Sabih el Mısri, her zamanki gibi Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’a bir uçuş gerçekleştiriyor. Riyad’da önemli bir iş toplantısına yetişme telaşında. Ancak o da ne? Bir zaman sonra Ürdün’deki iki kişiye peşpeşe telefonlar geliyor. Telefonu açan isim Sabih el Mısri. Arananlar ise iki ortağı. Suudi Arabistan’a iner inmez iş toplantısına yetişme hesapları yapan el Mısri’yi havaalanında gözaltına alıyorlar. Peki, sebep ne? Trump’ın Kudüs kararına karşı verdiği tepki. Bu gözaltının arka planında ne var? Ürdün ekonomisi üzerinde son derece etkili bir ismi gözaltına alıp Trump’ın Kudüs kararına tepki yağdıran Ürdün hükümetine, Ürdünlü parlamenterlere ve Ürdün halkına gözdağı vermek.
BAE ve Suudiler’den ekonomik yaptırım
Trump’ın Kudüs kararıyla birlikte Arap coğrafyasında yeni bir yarılma yaşanıyor. Düne dek Ürdün’ü el üstünde tutan Körfez ülkeleri bir anda bu petrolü olmayan, yardımlarla ayakta durmaya çalışan ülkeyi hedef tahtası edinmiş durumda. Oluşan bu yeni durum, siyasetçilerin keskin gözlerinden elbette kaçmıyor. Ürdün milletvekili Vefa Beni Mustafa’nın yorumu şu yönde:
“Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed Bin Selman ve Birleşik Arap Emirlikleri, Ürdün’ü dikte ettikleri şartları kabul etmeye, liderliklerine boyun eğmeye, Trump’ın Kudüs kararını tanımaya zorluyor. Bu gerçekleşene dek Ürdün’ü ekonomik anlamda zor durumda bırakacakları ortada.”
Beni Mustafa’ya göre Trump’ın kararına verilen tepkilerle başlayan bir süreç bu. Ürdün kralı II. Abdullah bu kararı sert bir şekilde eleştirmiş ve “bu adımın bölgesel istikrar ve güvenliği tehlikeye attığını” dile getirmişti. Suudilerin tepkisiyse son derece cılız olmuş, Riyad yönetimi baştan savma kabilinden “gerekçesiz ve sorumsuz bir karar” açıklaması yapmıştı. Dahası, İsrail’in Kanal 10 Televizyonu’na konuşan İsrail İstihbarat Bakanı Yisrael Katz, Trump’ın kararı öncesinde Suudi Arabistan ve Mısır ile konunun istişare edildiğini ve Arap dünyasının onayının alındığını açıklamıştı.
ABD ve işbirlikçi Körfez Arap ülkelerinin Ürdün’ü Filistin meselesinin dışında tutmak istediğini kaydeden Ürdün milletvekili Beni Mustafa, ülkesinin, geçtiğimiz Ekim ayında Mısır’da düzenlenen Hamas-Fetih uzlaşma toplantılarına bile davet edilmediğine dikkat çekiyordu. Beni Mustafa’nın dile getirdiği en dikkate değer cümleler ise Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirliği öncülüğündeki Körfez İşbirliği Teşkilatı’nın 2017 sonunda süresi biten 3,6 milyar dolar değerindeki Ürdün’e yardım paketini onaylamaktan geri durması olmuştu. Beş yıllık mali yardım planı resmen askıya alınmış, Ürdün fena bir şekilde kıstırılmıştı.
Ürdün’ün sıkışık durumu sadece bundan ibaret de değildi. Aynı zamanda ABD’den de yıllık 1,6 milyar dolarlık yardım alan ülke, belli ki Trump’ın Kudüs kararına uyması noktasında ABD tarafından da ekonomik bir yaptırıma maruz kalacaktı.
Ürdün, Türkiye’ye yanaşmalı
Beni Mustafa, oluşan bu yeni durumun ülkeyi çok zor bir duruma soktuğunu, bu darboğazdan kurtulmak için tek yolun Türkiye-Katar çizgisine yaklaşmak olacağını ifade ediyordu. Bir diğer milletvekili Halil Atiyye de Mustafa gibi düşünüyor, “Ürdün’ün Kudüs konusundaki pozisyonu, Suudi Arabistan-Birleşik Arap Emirlikleri-Mısır ekseninden ziyade Türkiye-Katar eksenine çok daha yakın” ifadelerini kullanıyordu.
Ürdünlü gazeteci Fehd el Hitan da yaşananlardan doğrudan Muhammed bin Selman’ı sorumlu tutuyor, İsraille doğrudan ilişki kuran Veliaht Prens’i Ürdün’ü geri plana atmakla suçluyordu. Hitan’ın şu sözleri ise oldukça dikkat çekiciydi.
“Muhammed bin Selman, Arap dünyasının lideriymiş gibi davranıyor. Sorun şurada: Böyle bir liderlik bölgenin temel sorunlarını sırtlanmayı gerektirir. Henüz kendisi bunun farkında değil.”
Son çare darbe mi?
2017 yılının son günlerinde Ürdün’de sıra dışı gelişmeler yaşandı. Ürdün Kralı II. Abdullah Ürdün ordusunda üst düzey görevlerde bulunan kardeşleri Prens Faysal, Prens Ali ve kuzeni Prens Talal’ı görevden aldığını açıkladı. Kral, duruma gerekçe olarak bir mektup yazdı. Ordunun modernizasyonunu ve yeniden yapılandırılması gereğini dile getirdi. Ayrıca bu tür değişimlere devam edileceğini belirterek yönetim kademesindeki herkese bir anlamda mesaj vermiş oldu.
Durup dururken böyle bir kararın alınması ister istemez soru işaretlerini beraberinde getirdi. Bu konuda iki farklı yorum öne çıktı. İlkinde Kral Abdullah’ın muhtemel rakiplerini etkisizleştirme hamlesi yaptığı dile getirildi. Diğerinde ise bir süredir zaten kendisine diş bileyen Körfez yönetimlerinin bir darbe hazırlığına giriştiği ve bunun kral tarafından öğrenildiği.
Arap basınındaki yorumlara ve olayların aldığı seyre bakıldığında son yorumun daha doğru olduğu söylenebilir. Birleşik Arap Emirlikleri-Suudi Arabistan hattının diğer Arap ülkelerini kendi çizgilerine çekme noktasında ne denli baskıcı olabildiğini Katar örneğinde çok rahat gözlemleme imkânımız var. Lübnan’da Hariri vakası, hala devam eden ve büyük acılara mal olan Yemen harekâtı yine bu bağlamda diğer örnekler.