ABD’nin 2003 yılında Irak’ı işgali sonrası krizden krize savrulan Ortadoğu, 4 Kasım günü Lübnan merkezli yeni bir krize uyandı. Henüz bir sene önce Lübnan’da sıkı pazarlıklar sonucu Başbakanlık görevine gelen Saad Hariri, beklenmedik bir şekilde, Riyad’da televizyondan canlı yayınlanan konuşmasıyla görevinden istifa ettiğini açıkladı. Hariri görevinden istifa ederken, hükümet ortağı ve Lübnan’ın güçlü Şii örgütü Hizbullah’ı ve hamisi olarak görülen İran’ı hedef gösterdi. Halihazırda, 2006 yılındaki İsrail işgal girişiminin yaralarını sarmaya ve Suriye iç savaşının etkilerini minimum düzeyde tutmaya çalışan, siyasi birliğin saç teline bağlı olduğu ülkede, Hariri’nin istifası bomba etkisi yaşattı. Hariri’nin istifası aslında, son 15 yılda bölgeyi bir krizden diğerine taşıyan sürecin son halkası. ABD’nin 2003 yılında Irak’ı işgali ile başlayan süreç, ABD’nin müdahaleleriyle ilerleyen dönemde bir Tahran-Riyad mücadelesine evrildi. İç siyasi dengeleri pamuk ipliğine bağlı Lübnan uzun süre bölgeyi yakan bu ateşten korunmaya çalışsa da, krizin kendisine uzanmasına mani olamadı.
2003 IRAK’IN İŞGALİ VE İRAN’IN YÜKSELİŞİ
11 Eylül saldırıları sonrası ABD’de dönemin Neo-Con tandanslı George W. Bush yönetimi, önce Afganistan’a ardından ise Irak’a saldırdı. İki ülkenin ABD tarafından işgali, Hindistan’dan Atlas Okyanusu kıyılarına kadar uzanan Arap ve İslam coğrafyasında birbirini tetikleyen çatışmaların ve siyasi dalgalanmaların da başlangıcını oluşturacaktı. 2003 yılında, ABD’nin büyük askeri gücüyle Bağdat’a girmesi ve Mezopotamya’ya yerleşmesi, iki ülke için beklemedikleri fırsatı, altın tepsiyle sundu. Bu iki ülke İran ve İsrail’den başkası değildi.
Birinci Dünya Savaşı sonrası Batılı ülkeler tarafından çizilen Ortadoğu’da sınırlar, ABD’nin Bağdat’a girmesi ve merkezi yönetim ile orduyu tamamen lağvetmesiyle dağılma sürecine girdi. Ülke nüfusunun yüzde 60’ını oluşturan Şii çoğunluk İran’ın iştahını kabartırken, ABD’nin özellikle Sünni nüfusa yönelik uyguladığı sert baskı politikası, Bağdat’ı altın tepside Tahran’a sundu. Tahran gelecek 14 yıl boyunca Washington’un Irak başta olmak üzere tüm bölgede uyguladığı yanlış politikaları kendi çıkarları lehine değerlendirerek neredeyse siyasi nüfuzunu Doğu Akdeniz kıyılarına, Körfez Bölgesine ve Kızıldeniz’e kadar genişletecek imkanı edindi.
Türkiye başta olmak üzere bölgeden gelen uyarıcı sesleri dinlemeyen Washington yönetimi aynı dönemde Müslüman haklar üzerinde baskı, yıldırma ve işgal politikası uygulayarak, Tahran’ın ekmeğine yağ sürerken, bir yandan da Tahran’ın etkinliğini “Şii hilali” olarak formüle edip, bölgedeki otokratik Sünni rejimleri, İran’a karşı konumlandırma çabasına gidi ve İsrail’in Filistin toprakları üzerindeki işgal politikalarında elini serbest bırakacak bir siyaseti de yürüttü.
Tavşana kaç, tazıya tut politikası yürüten Washington, İran yayılmacılığı tehlikesini pompalayarak, bu yoldan başta Suudi Arabistan olmak üzere, Körfez ülkelerine tarihin en büyük silah satışını da gerçekleştirmeyi ihmal etmedi. Körfez ülkelerini adeta birer cephaneliğe dönüştüren ABD yönetimi, Barack Obama’nın başkanlık ettiği 8 yıllık dönemde de yaldızlı laflar dışında, bölgenin güvenlik kaygılarını giderecek adımlar atmak bir yana, derinleşmesine yardımcı olacak adımlar attı. Bu kaos adımlarından en can alıcısı Suriye’de yaşandı.
ARAP BAHARI’NIN OLUŞTURDUĞU DEPREM
2011 yılında başlayan Suriye iç savaşında ikircikli davranan Obama yönetimi, krize hiçbir şekilde müdahale etmeyerek ve başka ülkelerin de müdahalesini engelleyerek, İran’ın Suriye savaşına aktif olarak dahil olmasına ve ülke üzerinde aslında tüm coğrafya için planlanan Şii-Sünni savaşının yaşanmasına müsaade etti. İran, hem kendisinin desteklediği Şii milisler hem de Lübnan’daki Hizbullah örgütünün sahip olduğu askeri gücü Suriye’ye taşıyarak, Esed rejiminin katliamlarını sürdürmesine ve milyonlarca Suriyelinin yerlerinden edilmesinin önünü açtı. Diğer tarafta ise Suudi Arabistan gibi ülkeler de Suriye’deki muhalefeti destekleyerek İran’ın bölgedeki yayılmacı politikasını Şam’da durdurmayı amaçladılar.
İran’ın bölgede nüfuzu artırmaya başladığı yıllarda, Bölgedeki Sünni Arap ülkeleri kuvvetli bir siyasi dalgayla da karşı karşıya kaldı. Özellikle sosyal medya üzerinden körüklenen ve “Arap Baharı” olarak tanımlanan bu tsunami, bölgedeki düzeni alt üst edecek bir operasyona dönüştürüldü. Mağrip’ten Maşrık’a kadar tüm ülkeler iç siyasi problemlerine dönmek zorunda kalırken, kendilerini yaşamsal bir tehdit ile karşı karşıya buldular.
ABD’nin “Arap Baharı” sırasında da ikircikli görünen ve aslında kaos amaçlayan planı iki tarafı keskin bıçak misali derin yarılmalara sebep olarak, bölge ülkelerinin zaten 1990’ların başında zayıflayan gardlarını tam anlamıyla düşürmesine sebep oldu. Aynı dönemde bölgede yükselen ve dengeleyici güç olarak ortaya çıkan Türkiye’ye de, FETÖ ve diğer terör örgütleri üzerinden operasyonların başlatılması bir tesadüf değildir. Ortadoğu ülkeleri 2010 yılından itibaren ABD tarafından bilerek ve isteyerek siyasi kaosa sürüklenmiş ve bunda genel olarak da başarı sağlanmıştır. Ortadoğu’nun merkez ülkeleri hem iç hem de dış güvenlik sorunlarına maruz bırakılarak, bölgenin kendi dinamikleri içindeki normalleşmesine ve büyümesine set çekilmiştir.
ÇATIŞMA PLANININ KURBANI LÜBNAN
Lübnan, bölge dengelerinin temelinden sarsıldığı bir dönemde, halihazırda pamuk ipliğine bağlı iç siyasi dengelerini her şeye rağmen yürütmeye çalışıyordu. Ne var ki, Katar’dan, Irak’a, Suriye’ye ve Yemen’e uzanan bölgesel mücadelenin yeni kurbanı olarak seçildi. Burada önemli bir farklılık, İsrail’in de diğer bölgelerin aksine, mücadelenin tarafı haline gelmesi oldu. Bir diğer farklılık ise Suudi Arabistan’da hızla tahta yol alan 32 yaşındaki genç Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın İran’la kozlarını paylaşarak rüştünü ispat etme hesabının da bölgede devreye girmesiydi.
Muhammed bin Selman’ın aktif ve hırslı politikasında ABD Başkanı Donald Trump’tan da destek aldığı biliniyor. Trump, hem Katar hem de Lübnan krizlerinde Muhammed bin Selman’a açık çek vermekten geri durmadı. Selman için İran bir takıntıya dönüşmüş durumda. Yemen’de gerçekleştirdiği ve binlerce sivilin canına mal olan askeri müdahaleden, Katar’a yönelik 6 aydır devam eden ambargoya ve son olarak Lübnan’da Saad Hariri’nin başbakanlıktan istifasına uzanan krizde Selman’ın bu takıntısı başrolü oynadı.
SUİKAST TEHDİDİ
Saad Hariri’yi Riyad’da istifaya ve sonrasında zorunlu ikamete götüren süreç de, ihtiraslı Veliaht Prens Selman’ın İran’ı bir takıntı haline getiren politikasını anlamamasından doğdu. Riyad’da büyüyen anti-İran duyguları doğru okuyamayan Hariri, İran dini lideri Hamaney’in danışmanı Ali Ekber Velayeti ile yaptığı bir görüşme sonrasında, İran’ın bölgedeki rolünü olumlayan sözleri nedeniyle Riyad’ın hedef tahtasına oturdu. 2 Kasım’da aldığı bir telefonla Riyad’a çağrılan Lübnan eski Başbakanı, 4 Kasım Cumartesi günü Riyad’daki kraliyet sarayında Muhammed bin Selman ile görüşmesinden hemen sonra istifasını canlı yayında okumak durumunda kaldı.
Saad Hariri’nin Riyad’da zorunlu ikametgahı da aynı saatlerde başlamış oldu. Hariri, eşi ve çocuklarıyla Riyad’daki evinden sadece Birleşik Arap Emirlikleri’ne ziyaret amacıyla ve yine protokol görüşmeleri dahilinde ayrılabildi. Her ne kadar Suud tarafı Saad Hariri’nin ülkeden istediği zaman ayrılabileceğini açıklasa ve tutsak olmadığı belirtilse de, Hariri’ye dolaylı yoldan mesajlar da gönderiliyordu. Bu mesajlardan biri, Hariri gibi Riyad’da zoraki ikamete tabii tutulan Yemen Cumhurbaşkanı Mansur Hadi’ye ülkesinden iletilen nottu. Yemen’den Hadi’ye iletilen notta, Yemen Cumhurbaşkanı’nın istediği zaman ülkesine dönebileceği ama bir suikasta kurban gitme ihtimalinin yüksek olduğu belirtiliyordu. Hariri’nin 4 Kasım günü okuduğu istifa metninde de “suikasta uğrayabileceği” açıkça yazılmıştı.
FRANSA DEVREYE GİRDİ
Hariri’ye kurtarıcı olarak yetişen isim ise Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron oldu. Macron, geçtiğimiz hafta içi Riyad’a yaptığı ziyarette, Tahran’ın füze programının bölge için oluşturduğu tehditten bahsederek hem Muhammed bin Selman’ın gönlünü aldı hem de Hariri için Paris’e çıkış biletini aldı. Macron’un Riyad’dan ayırılışından birkaç gün sonra, Riyad’a bir mektup ulaştı. Fransa Cumhurbaşkanı, Saad Hariri ve ailesini Paris’e davet ediyordu. Yaklaşık iki haftadır her fırsatta Beyrut’a geri döneceğini açıklayan Hariri için çıkış yolu Paris üzerinden bulunmuştu. Fransa, Hariri’nin ülkeye gelişini bir sürgün olarak değerlendirmek istemiyor ama Lübnan eski Başbakanı’nın Beyrut’a ne zaman döneceğine dair somut bir açıklama da taraflardan gelmiş değil.
SAAD YERİNE BAHA GELECEK
Hariri Riyad’dan çıksa da siyasi geleceği hala Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın elinde tutsak. Konuşulanlar arasında Hariri’nin olası Beyrut’a dönüşü sonrası burada bir kez daha istifasını resmen açıklaması olacağı değerlendiriliyor. İstifanın sonrasında ise Saad’ın abisi Baha Hariri’nin Başbakanlık koltuğuna talip olacağı değerlendiriliyor. Muhammed bin Selman’ın desteğini alan Baha’nın Hizbullah’a yönelik sertlik yanlısı politika taraftarı olduğu biliniyor. Riyad’ın Baha üzerinden fiili durumlar oluşturarak Lübnan’da Hizbullah’ın etkisini geriletmeyi amaçladığı düşünülüyor. İsrail’in bugün için Lübnan’da Hizbullah’a müdahaleye gönülsüz olduğu ve daha çok Suriye içinde Rusya’yı zorlayarak çözüme ulaşmak istediği değerlendirilirken, Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın Tel-Aviv’e Lübnan’a müdahalesi karşılığında açık çek verdiği de iddia ediliyor. 32 yaşındaki hırslı prensin İran takıntısının bölgenin ateşini kısa dönemde söndürmeyeceği ise açık.