Ortadoğu’nun makus talihi üzerine yazılmış eserler devasa bir kütüphaneyi rahatlıkla doldurabilir. “Tarihin başladığı uygarlık” olarak bilinen Sümer’den itibaren Mısır, Asur, Hitit, Pers, Arap ve Türk imparatorluklarına beşiklik etmiş, dünya tarihine damga vurmuş medeniyetlere ev sahipliği yapan bir coğrafyanın son yüzyılda yaşadığı acılar akıl alası değil. Bu durumun pek çok nedeni, ele alınası pek çok boyutu var. Fakat bu nedenlerin içerisinde bir tanesi mevcut ki bir türlü önü alınamıyor. Bir kangren gibi Ortadoğu iklimini kemirdikçe kemiriyor, aman vermiyor, coğrafyanın toparlanmasına fırsat tanımıyor. Bu sorun, eskilerin kaht-ı rical dediği nitelikli devlet adamı sorunu. Osmanlı’nın çöküşü sonrası coğrafyada oluşan devletlerin başına geçenler genelde “Mahkeme kadıya mülktür” anlayışına sahip diktatörler olduğu için bölge bir türlü istikrara kavuşamıyor. Hırsları boylarını fazlasıyla aşan çapsız tiranların kendi sonları da bölgeye reva gördükleri manzaranın birebir aynısı. Nitekim Kaddafi gibi darbeyle iktidara gelen tiran kadrosunun çoğu yine darbeyle iktidarı kaybetti. Kendileri giderken arkalarında kocaman bir soru işareti kaldı. Sahi, bilen var mı? Bu tiranların halklarını soyarak kasalarına koydukları milyarlarca dolara ne oldu?
Kişisel servet edinme merakı
Dünya liderlerinin kişisel servetleri gündeme geldiğinde liste başı isimlerin Ortadoğu liderleri olması tesadüf müdür? Bu gerçeğin belli bir döneme ait olmayıp neredeyse sabit kaldığını hepimiz bilmiyor muyuz? Kısır döngü halini almış durumun “Ama onların petrolü var” cümlesiyle izah edilir bir tarafı yok. Ne Hüsnü Mübarek, ne Ali Abdullah Salih, ne Zeynelabidin bin Ali, ne de Yasir Arafat… Hiçbiri petrolüyle gündeme gelen ülkelerin liderleri değildi. Velev ki öyle olsun… Bir petrol ülkesinde devlet başkanlığı makamını işgal etmenin kişisel servet edinme lüksü bağışladığını hangi akıl, hangi vicdan savunabilir? Gelin şu kişisel servet listesine birlikte bir göz atalım.
Muammer Kaddafi: Cemahiriye adını verdiği bir tür Arap sosyalizminden Fransa Devlet Başkanı Sarkozy ile sarmaş dolaş verilen pozlara savrulan Kaddafi, yine de Batı’nın çarpı attığı liderlerden biri olmaktan yakayı kurtaramadı. 2011 Mart ayında kendisine ve yakınlarına ait banka hesaplarının dondurulduğu açıklandığı vakit telaffuz edilen rakamlar dudak uçuklatmıştı. Sırasıyla analım. ABD’de 30, Kanada’da 2.4, Avusturya’da 1.7 ve İngiltere’de 1 milyar dolar. Bu rakamlara şimdilerde bahsi geçen Belçika’daki 16 milyar doları da ilave edelim. Kaddafi döneminin üst düzey isimlerinden birine göre insanları hayrete düşüren bu rakamların hiçbir kıymet-i harbiyesi yok. Bu zatın beyanına göre Kaddafi’nin dünyanın dört bir yanına dağılmış banka hesapları, gayrimenkulleri ve kurumsal yatırımları 200 milyar doları aşıyor.
Hüsnü Mübarek: Dünyanın en eski ve en zengin uygarlıklarından birisi olan Mısır’da milyonlarca insan mezarlıklarda yatıp kalkıyor ve günlük temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanıyor. Fakat bu elbette Hüsnü Mübarek’in 30 yılı aşan yönetimi boyunca 70 milyar dolarlık kişisel servet yapmasına engel değil. Alacağı yüzdeyi hesaba katmadan ülkeye tek çivinin çakılmasına müsaade etmeyen Mübarek’in, kendisini Mısır’ın tanrısı olarak ilan eden Firavun’dan farkı var mıydı sizce?
Zeynelabidin bin Ali: Yasemin devrimiyle sürdüğü saltanatı yitiren Bin Ali’nin fakir ve küçük bir ülke olan Tunus’ta 17 milyar dolarlık bir servet edinebilmesi gerçekten ilginç. Emrinden çıkmayan güvenlik görevlisi kılığındaki çetecilerle Tunus halkına hayatı dar eden Bin Ali’nin şatafata düşkünlüğüyle nam salan eşi, kendi yağması yetmiyormuş gibi ülkenin kaynaklarını bir de akrabalarına yağmalatmayı görev edinmişti. Devrimle birlikte ülkeden kaçmak zorunda kalan Leyla Bin Ali ülkeden kaçarken eli boş gitmemiş, 37 milyon dolarlık külçe altını yanında götürmüştü.
Ali Abdullah Salih: Yemen bugün yeryüzünde en büyük trajedinin yaşandığı ülkelerden biriyse bunda ülkenin son 30 senesine damga vurmuş Ali Abdullah Salih’in rolü çok büyük. “Yılanların başları üzerinde dans etmeyi” marifet olarak zikreden Salih, menfaati gerektiğinde kendi safında yer alanlara ihanet etmesiyle ün kazanmıştı. Son ihanetini Husiler’e karşı gerçekleştirmek üzereyken yakalandı ve bedelini canıyla ödedi. Yemen gibi açlık sınırında yer alan bir ülkede 32 milyar dolarlık servet edinebilmesi karakteri hakkında yeterince ipucu veriyor.
Yasir Arafat: Arafat, “davanın rantını yemek” dediğimiz hadisenin en güzel örneği. 2003 yılında henüz hayattayken Filistin Maliye Bakanlığı tarafından ülkeye getirilen Amerikalı muhasebe uzmanları hesapları incelerken Arafat’ın 1 milyar dolar gizli serveti olduğunu fark etmişlerdi. Arafat’ın Ramallah’daki Coca Cola fabrikasına ortak olduğu, Tunus’ta bir GSM şirketi bulunduğu, ABD ve Cayman adalarında bazı yatırımlara sahip olduğu gün yüzüne çıkmıştı. ABD Genel Muhasebe Ofisi tarafından yürütülen bir soruşturmada ise Arafat’ın 10 milyar dolarlık bir portföyü yönettiği ifade edilmişti. Yine Arafat’ın sağlığında Amerikan CBS televizyonu meseleyi gündeme taşımış ve Arafat’ın eşi Süha’nın Paris’te oldukça lüks bir hayat sürdüğünü dile getirmişti. CBS’e göre bu lüksün kaynağı Arafat tarafından Süha’nın hesabına her ay yatırılan 100 bin dolardı.
Milyar dolarların akıbeti
200 milyar doları geçtiği söylenen Kaddafi’nin servetine kimlerin el koyduğu hala kalın bir sır perdesinin altında. Ancak perdenin son günlerde bir miktar aralanıyor olması sadece Kaddafi vakasını değil, muhtemelen diğer vakaları aydınlatma noktasında çok işe yarayacak. Kaddafi zamanında Libya Yatırım İdaresi ve onun alt şubesi olarak çalışan Libya Yabancı Yatırım Şirketi adına dört Euroclear Bank şubesinde toplam 16,1 milyar dolarlık hesap açılmış. Euroclear, kayıtlarda Brüksel merkezli bir Belçika bankası olarak görünüyor. 2011 yılında Birleşmiş Milletlerin Kaddafi hakkındaki kararı bankaya tebliğ edilmiş. Buna göre dört şubedeki mevcut hesapların dondurulması gerekiyor. Fakat enteresan bir durum gerçekleşiyor. 2017 yılında bankadaki hesaplara el koymak için harekete geçildiğinde 10 milyar doları aşan bir tutarın buhar olduğu ortaya çıkıyor. 16.1 milyar dolarlık hesaplarda 5 milyardan daha az bir para bulunduğu anlaşılıyor. Fakat mesele kamuoyundan saklanıyor. Gerçeği, Mart 2018’de Brüksel’de yayınlanan haftalık Le Vif dergisi ortaya çıkarıyor. Konu savcılığa intikal ediyor. Savcılığın yaptığı araştırmada bir miktar paranın Libya’da belirsiz kişilere gönderildiği ifade ediliyor. Belçikalı milletvekili Georges Gilkinet, bunun bir skandal olduğunu ve Libya’ya gönderilen yüzlerce milyon doların oradaki iç savaşı daha da kızıştırmak için kullanıldığını açıklıyor. Peki, bütün bunlar olurken Belçika hükümeti ne yapıyor? Kamuoyunu tatmin edici bir açıklama yapmaya kesinlikle yanaşmıyor. Üstelik Dışişleri Bakanı aracılığıyla doğrudan inkâr yöntemine başvuruyor. Özetle son durum şu: BM kararıyla dondurulması gereken hesaplar dondurulmuyor. Hesapların içi birileri tarafından boşaltılıyor. Bu paralar Libya’yı daha da istikrarsız bir hale getirmek için kullanılıyor.
Bu arada önemli bir not. Evet, Euroclear kayıtlara göre Belçika bankası. Olaya Belçika merkezli bakıldığında olan biteni anlamak pek mümkün değil. Fakat size bu bankanın asıl sahibinin New York merkezli dünyanın en büyük bankalarından biri olan JP Morgan olduğunu… Dahası, JP Morgan’ın 1837 Kansas doğumlu bir Yahudi olan kurucusunun adını taşıdığını söylesem ne dersiniz? Manzara daha netleşiyor, öyle değil mi?