İran’ın Han Tuman sendromu

Tunus’ta Muhammed Buazizi’nin kendini yakmasıyla alev alan Arap Baharı ateşinin kıvılcımları Suriye’ye sıçrayıp Esed rejimine karşı ilk itirazlar ortaya çıktığında İran, Esed yanlısı tutum sergileyen ilk ülkelerden birisi oldu. Suriye’de yaşanan olaylar itirazdan isyana, isyandan çatışmaya ve çatışmadan savaşa doğru evrilip şiddetin dozu yükseldikçe İran’ın Suriye’deki varlığı da daha görünür, daha belirgin ve daha etkili olmaya başladı.

İran tarafından başlarda Esed rejimine yönelik diplomatik destek mesajları çatışmaların şiddeti artıp Esed muhaliflere karşı savaşında yetersiz kalınca yerini askeri danışmanlıklara bıraktı. Sonrasında ise yine danışmanlık adı altında İran Devrim Muhafızları Ordusunun uluslararası operasyon birimi olan Kudüs Tugaylarının bizzat operasyonlara katıldığı haberleri yayınlandı. Fakat muhalifler her şeye rağmen gittikçe güçleniyorlardı. İran’ın Suriye’yi elde tutmak için daha fazlasını yapması gerekiyordu ve yaptı da. 1979 devriminden beri büyük çabalarla elde ettiği tüm gücünü Suriye’ye sürmekten çekinmedi.

Iraklı Şii milisler, Afganistanlı Şiiler ve Lübnan Hizbullah’ı gibi Proxy unsurların tamamı İran’ın Suriye’deki savaşında yer aldılar.

Suriye savaşında bu kadar aktif rol üstlenmenin doğal olarak büyük bedelleri oldu. Örneğin temelde İsrail’e karşı mücadele amacıyla kurulan Hizbullah, Suriye savaşında İsrail ile olan mücadelesinde verdiğinden daha fazla kayıp verdi. Öte taraftan İran 1979 devriminden sonra büyük emeklerle İslam dünyasında elde ettiği sempatiyi de Suriye savaşına kurban etmiş görünüyor.

“Savaş yok danışmanlık var” bahanesi

Suriye’nin İran açısından neden bu kadar önemli olduğu ve bunca riski göze alıp bu kadar emeği neden heba ettiği konusunda çokça yazılıp çizildiği için ve ayrıca başka bir çalışmanın konusu olacağından burada buna değinmeyeceğiz. Meselenin bu yazıyı ilgilendiren boyutunu ortaya koyması açısından İran’ın gerekçelerini bir cümle içinde şu şekilde sıralayabiliriz: Hz. Zeynep Türbesini korumak, Direniş Ekseni’ne halel gelmesini engellemek ve nihayet bizzat İran topraklarını –bir vatan savunması yaklaşımı ile- düşmanlara karşı müdafaa etmek. Bu son ve yeni gerekçe, yani vatan savunması söylemi, bizi İran’ın Suriye’deki varlığının yol açtığı iç tartışmalara getirmekte.

İran ilk günden beri Suriye savaşına askeri olarak doğrudan katıldığını reddetmekte ve Suriye’deki askeri faaliyetlerinin danışmanlık ile sınırlı olduğunu iddia etmektedir. İranlı yöneticilerin danışmanlıktan ne anladıkları bilinmez ama kesin olan bir şey varsa o da İran Devrim Muhafızlarına bağlı Kudüs Tugaylarının Suriye’de sıcak çatışmalarda aktif olarak yer aldıklarıdır. Hem farklı zamanlarda yayınlanan çatışma görüntüleri hem de gittikçe artan bir sıklıkta Suriye’de hayatını kaybeden İranlı askerlere dair haberler İran’ın fiilen Suriye’de savaştığını göstermektedir. Kudüs Tugayları’nın birçok önemli ismi geçen dönemlerde Suriye’de öldürüldü. İran’ın kayıplarının ve dolayısıyla Suriye’de hayatını kaybedenlerin cenaze merasimlerinin artması İran kamuoyunda ‘ne oluyor?’ sorusunun gittikçe artan bir tonda sorulmasına neden olmaya başladı.

Hemen belirtelim ki İran’ın Suriye’deki varlığı bizzat dini lider Hamaney tarafından ortaya konan perspektife uygun seyrettiği için herhangi bir medya organının bu politikayı doğrudan eleştirmek gibi bir imkânı yok. Dolayısıyla İran’ın Suriye politikası konusunda kimin ne düşündüğünü kesin olarak tespit etmek kolay değil. Daha çok Musevi yanlılarından oluşan Yeşil Hareket’in bu politikalara eleştirel yaklaştığını söyleyebiliriz ki, bunların da özellikle aydın kesimi yurt dışına kaçmış durumdadır. Bu konuda daha rahat olanlar yurt dışında yaşayan muhalif İranlılar. Onların da önemli bir kısmı rejimin hiçbir politikasını benimsemedikleri için doğal olarak Suriye politikasını da eleştirmektedirler.

İran’da yükselen vahhabilik kaygısı

İçeride ise gözlemleyebildiğimiz kadarıyla İran devletinin Suriye ile ilgili yaklaşımı özellikle dindarlar arasında kabul görmektedir. Yani İran’ın Hz. Zeynep’in türbesini korumak, direniş eksenini ve dolaysıyla da Filistin davasını ayakta tutmak için Suriye rejimine destek verilmesinin gerekli olduğu genel kabul görmüş durumda. Özellikle de Şiilik düşmanı ‘tekfirci’ Vahhabilerle mücadele söylemi oldukça etkili ve kullanışlı bir propaganda aracı işlevi görmektedir. Vahhabi deyince ortalama İranlının zihninde beliren korkunç imaj tüm canlılığı ile bu propagandayı desteklemektedir. Özellikle yakın geçmişte İran’ın burnunun dibinde Afganistan’da ortaya çıkmış olan Taliban tehdidi ve Taliban’ın selefi vahhabilikle ilişkisi İranlıların endişelerini artırmaktadır.

Elbette bu söylediklerimiz İran’ın Suriye’de yapıp ettiklerinin iç kamuoyunda tartışılmadığı anlamına gelmiyor. Tersine yukarıda belirttiğimiz ‘ne oluyor?’ sorusu gittikçe artan sıklıkta dile getirilmeye başlandı. Ancak bunun sebebi İran’ın Suriye politikasının sorgulanması değil bu politikanın sonucu olarak Suriye’deki kayıplarının artmasıdır.

İran’ın Suriye kayıpları

Suriye’de öldürülen İranlı sayısının 1200’ü geçtiğinin bizzat resmi ağızlarca açıklanması önemlidir. Üstelik bu kayıpların azımsanmayacak kısmı Devrim Muhafızları’nın en seçkin birimi olan ve İranlıların dünyanın en iyi birkaç birliğinden biri olarak gördükleri Yeşil Berelilerden oluştuğu iddia ediliyor. Gerek Kudüs Tugaylarının, gerek Hizbullah’ın üst düzey önemli komutanlarının bu savaş süresince hayatını kaybetmiş olmasına Yeşil Berelilerin ölümleri de eklenince en azından savaşta neyin yanlış yapıldığı sorusu daha sık sorulmaya başlandı. İran Devrim Muhafızları’ndan Suriye’de hayatını kaybeden üst düzey isimlere örnek olarak Hüseyin Hamedani, Muhammed Ali Allahdadi, Abdullah İskenderi, İsmail Haydari ve Hasan Şatıri (Hüsam Hoşnivis) verilebilir. Son olarak Halep’in Han Tuman bölgesinde yaşanan büyük kayıplar İran’da endişelerin kırılmaya doğru evrilmesinin ilk adımı gibi görülüyor.

Çoğunluğu Lübnan ve Afganistanlı olsa da İran adına savaşan yaklaşık 80 kişinin Han Tuman’da öldürülmesi ve bunlar arasında İran medyasına yansıdığı şekliyle ‘dikkate değer’ sayıda İranlı askerlerin olması İran’da büyük bir kırılmaya yol açtı. Bazılarınca ‘facia’ ve hatta yeni bir ‘Kerbela’ olarak tanımlanan bu olayın İran’da nasıl yankı bulduğunu anlayabilmek açısından yapılan resmi açıklamaların bir kısmına burada yer vermek uygun olacaktır.

Kayıplara medya sansürü

Devrim Muhafızları konu ile ilgili açıklamasında şehitliğin güzelliğinden ve Suriye’de sürdürülen savaşın kutsallığından bahsettikten hemen sonra bazı hayati uyarılarda bulunuyordu. Bu uyarılardan birincisi medya organlarına yönelikti ve onlardan ‘toplum huzurunun korunması için’ konu ile ilgili bazı haberleri yayınlamamalarını istiyordu. Bir diğer uyarı ise vatandaşlara yönelikti ve onlardan sakin olmalarını, tekfircilerin psikolojik savaş yöntemlerine aldanmamalarını, sadece kendilerinden gelen haberlere itimat etmelerini istiyordu.

Meclis Milli Güvenlik ve Dış Politika Komisyonu başkan vekili Mansur Hakikatpur, yaptığı açıklamada şunları kaydetti:

“İlk adım olarak komisyon özel bir oturum gerçekleştirecek ve burada ilgili sorumluları da çağırarak Han Tuman olayını tüm boyutları ile inceleyecek. İkinci adım olarak da Meclis Milli Güvenlik Komisyonu saha araştırması yapmak üzere Han Tuman bölgesine bir heyet gönderecektir.”

İran Milli Güvenlik Yüksek Konseyi Sekreteri Ali Şemhani, Han Tuman’da yaşananları terörist grupların ateşkes şartlarından suiistimali neticesi olarak gördüklerini belirtti. Devrim Muhafızları eski genel komutanı ve Maslahat Şurası sekreteri Muhsin Rızai de aynı şekilde ateşkesten suiistimali bahsediyor ve Han Tuman’da olanlardan dolayı Türkiye ve Suudi Arabistan’ı da suçluyordu.

Rızai’ye göre her halükarda zafere ulaşan taraf Suriye ve İran olacaktır. Hamaney’in danışmanı Ali Ekber Velayeti ise Şam’da Esed ile görüşmesinde ona “İnşallah Suriye sizin liderliğinizde zafere ulaşacaktır ve biliniz ki dini liderimiz bu yolda sizin için sürekli dua etmektedir” diyordu.

Yeni bir Irak Sendromu mu?

Örnekleri çoğaltmak mümkün ancak açıklamalar birbirine benzer nitelikte olup birkaç temel nokta içermektedir. Birincisi olayın vahametinin ve Han Tuman’da yaşananların İran açısından bir yenilgi olduğunun kabulü, ikincisi sonuna kadar gidileceğini belirten kararlılık gösterisi, üçüncüsü ve belki de iç politika açısından en önemlisi nihai zafere vurgu ve halkın sükûnete davet edilmesi.

Özellikle Devrim Muhafızlarının konu ile ilgili resmi açıklamasında yer alan karşıt propagandalara itibar edilmemesi ve sakin olunması çağrısı İran kamuoyunda Han Tuman ile birlikte bir kırılmanın yaşandığını ortaya koyması açısından önemlidir. Öyle görünüyor ki Han Tuman’da yaşananlar İran halkının hafızasında henüz tazeliğini koruyan hatıraları tekrardan yaşatabilir: İran-Irak savaşı sonrasında Irak’tan tırlarla İran’a getirilen asker cenazeleri.

Suriye’den İran’a gelen asker cenazelerinin sayısı artıkça İranlıların ‘Irak Sendromu’ yeniden depreşebilir. Bu durumun gerçekleşmesi halinde İran devleti böylesi bir psikolojinin yol açacağı sosyal kırılmalarla da uğraşmak zorunda kalacaktır. Bu yüzdendir ki dini lider Hamaney, Suriye’de çatışmalarda hayatını kaybeden askerlerin ailelerine hitaben “eğer onlar Suriye’ye gitmeselerdi Kermanşah, Hamedan ve İran’ın diğer tüm bölgelerinde bu savaşı vermek gerekecekti” diyerek, İranlılara olan bitenin bir vatan savunması olduğu mesajını verdi.

Abdullah Yeğin

Benzer konular