Rivayet olunur ki İran devrimi ile başlayan gelişmelerden canları iyice sıkılan iki komşu ülkenin lideri bir araya gelir. Irak lideri Saddam Hüseyin, Suudi Arabistan Kralı Fahd’a İran’a savaş açma niyetinde olduğunu söyler. Fahd, çözümün bu olmadığını, neden böyle bir karar almaya ihtiyaç duyduğunu sorunca İran’ın provokasyonlarının gittikçe arttığını ve artık buna bir “dur! ”deme zamanının çoktan gelmiş olduğunu dile getirir. Bunun üzerine Fahd, savaşı kaçınılmaz kılan, sağlam bir gerekçeye sahip olmadan böyle bir şeye kalkışmasının yanlış olacağını, daha kötü sonuçlara yol açacağını ifade eder. Saddam, kendisini Büyük İskender gibi fatihlerin soyundan gelen birisi sandığı için söz dinleyecek durumda değildir. Büyük bir özgüvenle “İran’ı işgal edeceğim” der, “Humeyni’nin sakalından tutup onu İran dışına çıkarıp atacağım”. Fahd, bu sözler üzerine acı acı gülerek “Sen onu sakalından tutup çekmemelisin aksine o seni kravatından tutup sürüklemeli. Allah aşkına biraz mantıklı ol. Bu yolun çıkışı yok” diyerek onu uyarmaya çalışır. Sonucu biliyorsunuz. Kissinger’in ellerini ovuşturarak sabırsızlıkla beklediği o uğursuz İran-Irak savaşı çıkacak ve “Bırakalım birbirlerini kırsınlar” sözleriyle formüle ettiği mezhep savaşlarının startı da böylece verilmiş olacaktı. Fahd korkularında haklıydı. Bu yolun çıkışı yoktu. Bölgeyi biraz bilen birisi için ilk kurbanın Saddam Hüseyin’in Irak’ı olacağı aşikârdı, nitekim öyle de oldu.
Arap dünyasının kapısıdır
Fahd’ın derdi büyüktü. Saddam’ın kalması da belaydı onun için, gitmesi de. Mevzu, elbette Saddam’a ne olacağı değildi. İki arada bir derede kalmış durumdaydı ve Irak’ın atacağı her adım fena halde ülkesini ilgilendiriyordu. Irak, sadece Fahd’ı ilgilendiren bir ülke değildi. Bütün Arapları ilgilendiriyordu. Özellikle Ortadoğu Araplarını. Irak, tarih boyunca Arapların ileri karakolu olmuştu. Basra, Kûfe ve Bağdat gibi Arap kültür ve medeniyetinin sembol şehirlerine sahip coğrafya olarak haklı bir üne sahipti. İleri karakol vasfı, hem Arap kültür ve medeniyetinin diğer coğrafyalara taşıyıcısı olmasını gerektirmiş, hem de gerektiğinde kilitli bir kapı olarak dışarıdan gelecek tehditlere karşı Arap dünyasının muhafızı olmasını zorunlu kılmıştı. Evet, Irak tarih boyunca Arap dünyasının muhafızı olmuştu. Özellikle de İran cihetinden gelecek tehlikelere karşı. Irak düşerse başta Körfez ülkeleri olmak üzere bütün Ortadoğu coğrafyası tehdit altına girmiş demekti. Irak’ın İran tehlikesi karşısında kilitli bir kapı olma hüviyetini sürdürmesi gerekiyordu.
Irak’ın üç hali ve kırılan kapı
Saddam’ın çılgınlıkları neticesinde bugün neredeyse tamamen İran’ın nüfuz alanına girmiş bir Irak gerçeğiyle yüz yüzeyiz. Bu noktaya gelişin safhalarını Irak’ın üç hali olarak özetleyen birisi var. Iraklı gazeteci ve politikacı Hasan el Alevi. Alevi’ye göre 2003 yılındaki işgale kadar Baasçı bir yönetimin egemen olduğu Irak, sonrasında tamamen Amerika’nın kontrolüne girdi. Amerikan kontrolü ile birlikte güçlenen Şii damar İran’ın yükselişini beraberinde getirdi ve bu durum şimdiki hali, İran hegemonyasını ortaya çıkardı. Yani, Arapların kapısı artık kırılmış durumda. Peki, tamiri mümkün olamaz mı? Yahut Araplar bu duruma daha ne kadar tahammül edebilir? Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Adil el Cübeyr’in beklenmedik Bağdat ziyaretini bu sorular bağlamında ele almak gerekiyor. Kapı, evet, şu anda kırık vaziyette. Ancak bu, tamiri mümkün değil anlamına gelmiyor. Zira Arapların bu duruma daha fazla tahammül edebilmesi mümkün değil. İlk fırsatta böyle bir hamlenin gelmesi kaçınılmazdı. Peki ama bu hamleyi ortaya koyan koşullar neler, niçin bugüne dek gerçekleşmedi de aniden mümkün hale geldi, bunu da irdelemek lazım.
Araplığı hatırlamak
İran, Irak üzerindeki nüfuzunu 2003 yılından bu yana günden güne artırıyor olsa da ülkedeki politik nüfuz savaşlarının bittiğini söylemek için henüz çok erken. 2003 yılından bu yana, pek de alışık olmadığı Şii devlet tecrübesiyle sınanan Irak, İran’ın müdahil olduğu bu periyotta herşeyin daha iyiye gitmediğini yıllar içinde tecrübe etmiş durumda. Ülke, sadece mezhep ve etnik temelde bir bölünmeye doğru hızla sürüklenmiyor, duruma hâkim gözüken Şiiler arasında bile büyük anlaşmazlıklar mevcut. İran yanlısı Maliki ekibinin ülke içerisindeki etkin konumu gözlerden kaçmıyor. Ancak şu anki başbakan Abadi’nin Batı yanlısı gruptan olduğunu unutmayalım. Irak ve Arap milliyetçisi diyebileceğimiz Sadr’ı da denklemin bir tarafı olarak dikkate almak lazım. İran, Irak denkleminde hala en güçlü aktör olabilir. Fakat Irak’ın Araplığını hatırlaması hiç de sanıldığı kadar zor değil. 2010 yılını şöyle bir hatırlayalım. Bir dönem Irak’ta başbakanlık yapmasına karşın güvenlik gerekçesiyle ailesini hiçbir vakit ülkesine getirmeyi düşünmeyen, şimdiki başbakan Haydar Abadi gibi Londralı centilmenler grubundan İyad Allavi, o zamanki Irakiye Listesi’nin önde gelen isimlerinden birisi olarak Arap ülkeleri turuna çıkmış, bu meyanda Suudi Arabistan’ı da ziyaret ederek Kral Abdullah ile bir görüşme yapmıştı. Kendisine yöneltilen ziyaretin niteliğine ilişkin soruya verdiği cevap son derece anlamlıydı. “Irak’ı Arap sistemine geri döndürmek” demişti cevaben. Dünkü Allavi ziyareti ne amaç taşıyorsa bugünün Cübeyri ziyareti de aynı amacı taşıyor. Irak’a Araplığını hatırlatmak.
Trump rüzgârı
Bölgesel değişimleri küresel etkenlerden bağımsız olarak düşünemeyiz. Dolayısıyla Cübeyr’in beklenmedik ziyaretinde Trump rüzgârının etkisini de hissetmek gerekiyor. Obama’nın aksine Ortadoğu’da Amerika’nın geleneksel müttefikleriyle işbirliği yapacağını açıkça deklare ederek İran karşıtı söylemleriyle sık sık gündeme gelen Trump’ın bu ziyaretin yapılmasına zemin hazırladığı ortada. Obama yönetimi devam ediyor olsaydı sürekli taciz edilen Suudi Arabistan’ın böyle bir insiyatif alabilmesi kesinlikle mümkün olamazdı. Trump’ın son attığı İran karşıtı tviti bir anlamda bu ziyaret için yakılan yeşil ışık olarak da görmek mümkün. Ne diyordu Trump bu tvitte: “İran, Obama’nın kendisine gösterdiği fazlasıyla nazik tavrı bile doğru değerlendirmeyi beceremedi. Ben, Obama değilim.”
Maliki’nin hamlesine cevap
2003 sonrası her ne kadar politik anlamda Irak üzerinde bir etkinliğe sahip olsa da İran’ın askeri olarak Irak’a müdahil olabilmesinin arkasında DEAŞ faktörü yatıyor. DEAŞ sonrası, hele de Trump Amerikası gerçeği ortada duruyorken İran açısından birçok avantajın elden gitmesi ciddi anlamda ihtimal dairesinde. Cübeyr, Almanya ziyaretinde bu durumun pekala farkında olarak: “Ana fikir, bölgeyi DEAŞ’ın elinden kurtarmak olduğu kadar Hizbullah, İran ve Suriye rejimini buralardan uzakta tutmak” deyivermişti zaten. Nuri el Maliki’yi apar topar Tahran’da Hameney ve onun uluslararası ilişkiler danışmanı Ali Ekber Velayeti ile bir araya gelerek durum değerlendirmesi yapmaya zorlayan da bu gerçek olmuştu. 27 yıl sonra gelen Cübeyr’in Bağdat ziyaretini bir de bu cihetten okumak gerekiyor. İran ve Maliki cenahına karşı Trump destekli Arabizm dalgası Irak’ı vurmaya başladı. Bu ziyaret tekil bir ziyaret olarak kalmayacak. Cübeyr’in ifadesine göre diğer Körfez ülkelerinden de ziyaretler olacak. Arap basınına düşen kimi haberlere bakılırsa Suudi Arabistan veliahtı Prens Muhammed bin Nayif’in de bir Irak ziyareti gündemde. Bakalım, gelişmeler bize ne gösterecek? Irak, İran uydusu olmaktan çıkıp tekrar Arap dünyasındaki yerine geri dönebilecek mi?