Başkent Roma’da İtalyan Cumhurbaşkanı’nın ikametine tahsis edilen üç resmi mahalden birisi, Palazzo del Quirinale ya da Türkçesiyle Kirinal Sarayı, 1583 yapımı. Sarayın banisi Papa 13. Gregor. Papalık rezidansı olarak inşa ettirdiği mekânın pek hayrını sürememiş, iki yıl sonra ölüp gitmiş. Adını yedi tepeli şehrin en yükseğinden, Kirinal Tepesi’nden alan saray, tam 30 Papa eskittikten sonra 1870 yılında İtalyan devletinin mülkiyetine geçmiş ve günümüze değin 4 İtalya kralı ve 12 de cumhurbaşkanı eskitmiş. Bu muazzam yapının görülecek pek çok yeri var. Ama bizim konumuz bu değil, bu işi sanat tarihçilerine havale edelim. Bizim açımızdan görülesi tek şey, 1609 yılına tarihlenen bir vakanın izlerini taşıyor. Başlarına kavuk sarmış doğulu adamları temsil eden figürler var sarayın içerisinde. En öndeki figür ise farklı. Başındaki sarık, suratındaki ifadeyle uyumlu değil ve fazlasıyla sırıtıyor. Ayrıca yüz hatları da doğuya ait görünmüyor. Biraz kurcalayınca eskilerin tabiriyle “emred”, yani bıyığı henüz terlemiş bu genç adamın İngiliz olduğunu öğreniyoruz. Peki, diğerleri kim? Şah Abbas’ın, şu meşhur İran hükümdarının adamları. İsmi değer ifade edecek iki kişi var bu figürlerde. İkisi de büyükelçi rütbesini taşıyor. İlki bir Fars asilzadesi, Ali Kulu Bey, diğeri ise şu İngiliz, Robert Sherley. Peki, ne işleri var Papalık sarayında? Yıl 1609. İran Şahı Abbas, Papalık sarayına biri İngiliz olmak üzere elçilerini göndermiş, anlaşma yapma peşinde. Kime karşı? Osmanlı’ya…
Her zaman Avrupa’nın yanında
Geçmişe baktığımızda İran’ın daima Osmanlı’ya karşı Avrupa devletleriyle ittifak arayışı içerisinde olduğunu görüyoruz. Bu ittifak zemini, daha Şah İsmail devletini kurar kurmaz yoklanıyor. O vakitler “Türk korkusu” ile titreyen bir Avrupa kıtası var. Haçlı Avrupa’nın en büyük devleti Habsburg İspanyası, kıtayı Osmanlı istilasından kurtarma derdine düşmüş. 1523 yılında Latince kaleme alınan bir mektupla Osmanlı’ya karşı ortak bir strateji geliştirilmesini gündeme getiren Şah İsmail, Avrupa’nın imdadına yetişmek için hamlesini yapıyor. Sadece Şarlken İspanyasına değil, 1526 yılında Osmanlı kılıcından kaçarken Mohaç bataklığında boğulan Macar Kralı II. Lajos’a da var benzer bir teklif. Osmanlı’ya karşı kurulan bu İran-Haçlı ittifakının taraflara pek yaradığı söylenemez. Önce Şah İsmail, yazdığı mektubun sadece bir yıl sonrası, 1524’te, henüz 37 yaşındayken aniden ölüyor. Lajos, Mohaç’ta can veriyor. Şarlken ikisinden de beter oluyor. Barbaros’un İstanbul’da olmasından yararlanarak 1541 yılında çıktığı Cezayir seferi tam bir hezimetle sonuçlanınca Papanın bizzat başına taktığı imparatorluk tacını Akdeniz’e fırlatıyor, İmparatorluk ünvanından kardeşi Ferdinand lehine feragat edip kapağı bir manastıra atıyor, dünyaya küsüyor.
Endülüs’ün kederine kalkan kadeh
Şah Abbas’ın Osmanlı’ya karşı ittifak için Papa’ya elçi gönderdiğinden bahsetmiştik. Sadece kendisi elçi göndermiyor, Avrupa’dan gelen elçileri de ağırlıyor sarayında. Onlardan biri, 1612 yılında Şarlken’in torunu 3. Filip tarafından gönderilen İspanyol elçisi Don Garcia de Silva Figueroa’dır. Elçi Garcia, İran seyahatini anlattığı anılarında şöyle yazmaktadır:
“Şah iki kere şerefe kadeh kaldırdı, birincisi kardeşi olarak andığı İspanya Kralı şerefine, ikincisi elçiye hoş geldiniz demek için.”
Bu hadise gerçekleşirken Şah Abbas’ın “kardeşi” III. Filip, yüz binlerce Endülüs torunu “Moriscos”u gemilere doldurup evlerinden, yurtlarından sürgün ediyordu. Üstelik yedi yaşın altındaki çocuklarını zorla alıkoyarak. Oysa “Moriscos” adı verilen Endülüslü müslümanların torunları, Engizisyon mahkemesi kararıyla dedeleri vaftiz olmaya zorlanalı beri şeklen de olsa Hristiyan idiler. Fakat bu bile İspanyolların içlerindeki öfkeyi dindirmeye yetmedi. Endülüs kan ağlarken İspanya’nın şerefine kadeh kaldıran bir İran var tarihte. Bu sahne bir kere yaşandı. Bir daha yaşanmamalı.
Batı medyasıyla işbirliği
İran Türkiye aleyhine çalışıp durmaktan kaçınmalı. Özellikle İran basını bu konuda daha dikkatli davranmalı. İran haber ajanslarının istisnasız hepsinin haber dili, konu Türkiye olunca epey sivrileşiyor. Hadi, bunu “vaka-i adiye”den sayalım. İşin içine düpedüz iftira karıştıracak bir gözü dönmüşlük var ortada. Üstelik Avrupa ve Amerika’nın malum çevreleriyle eş zamanlı yürütülen iftira kampanyaları bunlar. “Merg ber Amerika” nidalarının samimiyeti, Türkiye karşıtı kampanyaların yakıcılığında eriyip kayboluyor.
DEAŞ iftirası
Batı medyasıyla girdikleri işbirliğinin en somut örneği, DEAŞ’ın Türkiye tarafından himaye edildiği iftirası. Michael Rubin gibiler Türkiye’yi kapana kıstırmak için ellerini oğuşturup 27 Haziran 2015 tarihli “No victory against ISIS with Erdogan / Erdoğan ile birlikte DEAŞ’a karşı zafer yok” benzeri başlıklar atarken İran medyası da boş durmuyor, Bağdadi’nin Türkiye tarafından desteklendiğini, hatta yaralandığı vakit Türkiye’de tedavi edildiğini çalakalem yazıya döküyor, manşetlere taşıyor. Buyrun, 14 Ekim 2015 tarihli Fars News haberi. Haberin spotu şöyle:
“Batı Anbar bölgesinde Irak ordusunun konvoyuna yaptığı hava saldırısı sonucunda ciddi şekilde yaralanan DEAŞ lideri Bağdadi, CIA tarafından koordine edilen çalışmalar sonucunda tedavi için Türkiye’ye nakledildi.”
Lübnan kaynaklı Al Manar Televizyonu’na dayandırılan haberin kaynağı konusunda kullanılan ifade “unnamed” yani isimsiz. Paslaşarak üretilen anonim bir iftira olduğu anlamına geliyor bu.
3 Mart 2016’da bu defa Al Alam benzer bir iddiayı dillendiriyor ve Ebu Bekir Bağdadi’nin Türkiye’yi terk edip Libya’ya kaçtığını manşetten veriyor. Güya İran ve Irak istihbaratı Bağdadi’nin peşine düşmüşler, o da izini kaybettirmek için kendisini barındıran Türkiye’den ayrılmış, Libya çöllerinin yolunu tutmuş. Aynı iftiranın başka bir versiyonu.
Geçmişten ders çıkarmalı
Fars zihni, Avrupa’nın hizmetine amade olmaktan çıkmalı artık. Kendi coğrafyasıyla kavgalı olmak kimseye bir şey kazandırmaz. Avrupa topyekûn Türkiye’ye saldırırken İran “Bir taş da benden olsun” mantığı içerisinde olmamalı. İran Meclis Başkanı Ali Laricani, durup dururken kendini: “Son zamanlarda Ankara’dan yapılan bazı açıklamalar komşuluk ilişkilerine yakışmıyor. Türkiye’den İran ile ilgili tutum ve kullandığı söylemler noktasında titizlik bekliyoruz. İran bu konuda soğukkanlı davranıyor” şeklinde bir açıklama yapmak zorunda hissetmemeli. Türkiye’ye seyahat edecek vatandaşlarına “Türkiye’ye gitmeyin” çağrısı yapmamalı. Hele o “Kendi halkının can güvenliğini korumak ve gereken uyarıları yapmak zorunda” olma gerekçesi. Her sene 2 milyona yakın İranlı turist geliyor ülkemize, Laricani’nin endişesini haklı çıkaracak tek bir kötü vaka var mıdır? Türkiye hakkında olumsuz algı yaratma çabaları artık son bulmalı. Üstelik böyle zamanlarda, daha Hollanda’nın yaptığı rezaletin dumanı tüterken söylenecek şeyler değil bunlar.
Geçmişte yapılan hataların tekrarı kimseye kazanç sağlamaz. Avrupa ile aynı çizgide durmak Türkiye’ye zarar verir, Ortadoğu’ya zarar verir ve en çok da İran’a zarar verir. “Şii dünyam bana yeter” anlayışı, mahallesi tutuşan ve nihayetinde kendisi de yanacak olan bir evin kendi kendini kandırmasından başka şey değildir. Şii-Sünni ve daha birçok yerli unsuruyla Ortadoğu’nun, aynı coğrafyanın çocukları olarak birbirimizi tolere etmenin, en azından elin Batılısına şirin görünmek için birbirimize çelme takmaktan vazgeçmenin zamanı hala gelmedi mi?