Dizayn projesine seçim tokadı

Tunus ve Lübnan 6 Mayıs günü seçime gitti. Tunus’ta yapılan seçimlerden ülkenin en güçlü siyasi yapısı Nahda, başkent Tunus’u da alarak birinci çıktı. Lübnan’da ise, bölgedeki ateş çemberine rağmen, 9 yıl aradan sonra yapılan seçimlerde Hizbullah-Emel ittifakı parlamentoda çoğunluğu sağladı. “Arap Baharı”nın yaralarının 8 yıl sonunda ancak kapanmaya yüz tuttuğu ya da Suriye’de olduğu gibi kanamaya devam ettiği bir süreçte, her iki ülkede de yapılan seçimler, bölge halklarının iradesinin dışarıdan dizayn etmeye yönelik projelerin atıl kalmaya mahkûm olduğunu ve demokrasi bilincinin yüksek olduğunu göstermesi açısından anlamlıdır. Bölge halkı kaderini eline aldıkça, Ortadoğu’nun dış darbelere daha dayanıklı hale gelecektir. 

2010 yılında Tunus’ta başlayan ve sonrasında Libya, Mısır ve Suriye başta olmak üzere, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yıkıcı bir süreç oluşturan “Arap Baharı”nın başlangıcından 8 yıl sonra coğrafyamız yeniden ayağa kalkmaya çabalıyor. Son araştırmalar ışığında Arap ülkelerinde toplam nüfusunun yüzde 30’u büyük bir yoksullukla karşı karşıya. Bu nüfusunun yüzde 50’sinin 30 yaş ve altından oluştuğu düşünüldüğünde, bölge yönetimleri üzerinde büyük bir siyasi, ekonomik ve sosyal baskının sürdüğünü söylemek yanlış olmaz. Hareketli bir sosyolojiye sahip olan Ortadoğu ülkelerinde, demokratik mekanizmaların devreye girmesi, gelir dağılımda adaletin sağlanması gibi konular hala daha buzdolabında bekletilmeye devam ediyor. ABD başta olmak üzere Batılı güçlerin müdahale ve baskıları, bölgenin kendi ayakları üzerinde durmasını zorlaştırırken, içeride de siyasi zeminin oynak ve dalgalı yapısı, siyasi istikrar ve temsilde eşitliğin sağlanması konusunda zorlu bir süreci oluşturuyor.

Bu çerçevede aynı gün içinde Tunus ve Lübnan’da gerçekleştirilen yerel ve genel seçimler, bölge halklarının eğer imkân verilir ve gerekli yollar açılırsa çözümü demokratik mekanizmalar vasıtasıyla arayacağını ve geleceklerini kendi iradeleri ile belirlemek istediklerinin beyanı oldu.

GANNUŞİ’NİN BİLGE SİYASETİ

18 Aralık 2010 yılında Tunus’ta ateşlenen “Arap Baharı” yayıldıkça bir kışa dönüşmüştü. Mısır gibi Arap ülkelerinin kalbi olan bir devlet bu kış sonucu hala daha askeri cunta yönetiminin elinde bulunurken, Suriye ise büyük güçlerin bilek güreşi yaptığı bir savaş alanına döndü. Son olarak İsrail de bu ülkeye direkt müdahale ederek, ülkenin güneyini işgale yönelik adımlar atmaya hazırlanıyor.  Mısır, Suriye, İsrail üçgeni arasında nefes almaya çalışan Lübnan ise hem küresel hem bölgesel rekabette ayakta kalmaya çalışırken, Suriye kaynaklı mülteci meselesiyle de baş etmeye çalışıyor. Bölge tam bir yangın yerine dönmüşken hem Tunus hem de Lübnan halkları, bu yangını ancak kendi iradelerini çatışma için değil uzlaşma amacıyla kullanabilirlerse söndürebileceklerini fark ederek, 8 yıllık fırtınayı diğer komşularına göre en az hasarla atlatmaya çabalıyor.

Tunus’ta Muhammed Buazizi adlı üniversite mezunu bir gencin, seyyar satıcılık yaptığı arabasına el konulması ve uğradığı kötü muamele nedeniyle kendini yakmasının ardından sokağa dökülen Tunuslular, 14 Ocak 2011’de 24 yıllık Bin Ali yönetiminin sonunu getirmişti. Bu süreçte tüm gözler, ülkenin en güçlü siyasi yapısı Nahda hareketi ve onun bilge lideri Raşid Gannuşi’ye odaklanmıştı. Gannuşi, fırtınalı denizde gemisini sağ salim limana ulaştıran kaptan misali, Tunus’un Mısır gibi kara propaganda ve provokasyonlar sonucu, yapay bir seküler-dindar ayrımıyla parçalanarak, askeri darbenin önünü açan bir sürece girmesine mani oldu. Öyle ki bu süreçte iktidarı dahi elinin tersiyle iten Nahda hareketi ve Gannuşi, Tunus’un bekasının ancak demokratik mekanizmaların çalıştırılmasından ve Batılı güçlerin müdahalesine bahane olacak konuların çözümünde diyalog yolların açık tutulmasından geçtiğini gördü. Bu konuda en büyük desteği de Türkiye’den, Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki AK Parti hareketinden aldı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçen 16 yıl süresince Türkiye’ye siyaset, ekonomi ve sosyal alanlarda oluşturduğu kazanımlar, Nahda için de bir rol model ve yol haritası oluşturdu.

2014 yılında yapılan genel seçimlerde birinciliği rakibi Nida partisine kaptıran Nahda hareketi buna rağmen uzlaşıcı tavrından ödün vermeden gerilim politikaları yerine demokratik mekanizmaların önünü açan bir stratejiyi tercih etti. Bu tercihin meyvelerini ülkede 9 yıl aradan sonra yapılan yerel seçimlerde hem birinciliği hem de başkent Tunus’u kazanarak aldı.

NAHDA’NIN YOLU AÇIK

6 Mayıs 2018 tarihinde yapılan yerel seçimlerde, Nahda Hareketi Partisi, oyların yüzde 27,5’ini alarak birinci olurken, Nida Tunus Partisi yüzde 22,5 ile ikinci sırayı elde etti. Yerel seçimlerde Nahda, Tunus’ta mevcut 350 belediyenin tamamında liste sunmayı başardı. Buna karşılık Nisa Tunus 345, Halkçı Cephe 119, Demokratik Hareket 69 ve Tunus Projesi ise ancak 67 belediyede liste sunabildi. Seçimlere ilişkin sadece bu veri dahi, Nahda’nın Tunus’ta Yasemin Devrimi’nden bu yana geçen 8 yıllık siyasi örgütlenme ve politika anlamında en verimli geçiren siyasi yapı olduğunu ortaya koyuyor. Özellikle başkent Tunus’ta belediye başkanlığı için bir kadın adayın gösterilmesi ve sonuç alınması, Nahda’nın kamuoyu nezdinde giderek başat aktör olarak görüldüğünü ve siyasetinin benimsendiğini göstermesi açısından anlamlı. Nahda’nın başta başkent olmak üzere belediyelerde çoğunluğu elde etmesi, Türkiye’de benzeri 1994 yılında Refah Partisi’nin yerel yönetim zaferinde gördüğümüz, sonrasında AK Parti ve Erdoğan liderliğinin önün açan süreçten örnekler taşıyor. Her ne kadar birebir örneklenemese de Nahda’nın kamuoyu nezdinde artan gücü Tunus’un geleceği için önemli bir güvenlik supabı vazifesi görebilir.  Özellikle 2014 yılında değişen yerel yönetim kanunu ile ülkenin kıyı ve iç kesimlerindeki belediyeler arasında gelir dağılımında nisbi dengenin sağlanması da, eğer Nahda iyi değerlendirirse, gelecek genel seçimlerde iktidarı büyük çoğunlukla elde etmesini sağlayacaktır.

LÜBNAN SADECE LÜBNAN DEĞİL

Yine 6 Mayıs’ta Genel Seçimlere giden Lübnan’ı ise Tunus’a göre daha zorlu bir süreç bekliyor. Sürecin zorluğu ise sadece ülke siyasetindeki hassas dengelerden kaynaklanmıyor. ABD’de Donald Trump yönetiminin hafta içinde İran’la yapılan nükleer anlaşmadan tek taraflı çekilmesi, İsrail’in İran bahanesi ile Suriye ve Lübnan’a dönük daha müdahaleci politikalar geliştirmesi, Suudi Arabistan ve ortağı Birleşik Arap Emirlikleri’nin İran karşıtı cephede Washington-Tel-Aviv eksenine yerleşmesi, Lübnan için pek de iyi haberler değil. Zaten geçen yıl Kasım ayında Başbakan Saad Hariri üzerinden yaşanan kriz de 2018 yılının Lübnan için sıkıntılı geçeceğinin bir göstergesi oldu.

Hatırlanacağı üzere Hariri, Kasım 2017’de Riyad’a çağrıldıktan sonra, Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman tarafından dikte ettirilen bir metni okuyarak ülkesinde başbakanlık makamından ayrıldığını açıklamıştı. Hariri’nin istifa açıklaması bomba etkisi oluşturmuş, Cumhurbaşkanı Mişel Avn, istifayı kabul etmediğini açıklarken, ülkenin en güçlü siyasi hareketi Hizbullah da Avn’ın kararının arkasında durmuştu. Hariri ülkesine ancak 17 gün sonra, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un aracılığı sonucu Paris üzerinden dönebilmişti. Beyrut’a ayak basan Hariri, Cumhurbaşkanı Avn ile görüştükten sonra istifasını geri almıştı.

NE KADAR DİRENÇ GÖSTEREBİLECEKLER?

İşte böylesi bir bölgesel gerilim ve siyasi süreç sonunda seçimlere giden Lübnan’da, Hizbullah-Emel Hareketi ittifakı, büyük başarı göstererek, parlamentoda nisbi çoğunluğu sağlama imkanı kazandı. Hizbullah-Emel ittifakı 128 sandalyeli parlamentoda 35 sandalye kazanırken, Cumhurbaşkanı Mişel Avn’ın Özgür Yurtseverler Hareketi ve müttefikleri 22, Başbakan Saad Hariri’nin Müstakbel Hareketi ise 18 sandalye kazandı. Sonuçlar, Saad Hariri üzerinden Lübnan’ı dizayn etmek isteyen ABD, Suudi Arabistan ve İsrail eksenine büyük darbe olarak değerlendirildi. Çünkü Hariri’yi 17 gün boyunca elinde tutan Riyad yönetiminin en önemli bahanesi, Hariri’nin Hizbullah hareketiyle nisbi yakınlaşmasıydı. Gelişmeler Riyad yönetiminin artık bölgeyi kontrol etme konusunda yetersiz kaldığını gösteriyor. Ne var ki Riyad’ın güçsüzlüğü ABD ve İsrail’in ülkeden elini çektiği veya çekeceği anlamına gelmiyor. Hizbullah’ın genel seçimler neticesinde ülkedeki meşruiyetini perçinlemesi ve siyasi örgüt kimliğini güçlendirmesi, bu ülke üzerinden İran ve Suriye’ye operasyon peşinde olan Tel-Aviv-Washington ekseni için istenmeyen bir sonuç anlamına geliyor. İsrail yönetimi, yanı başında güçlü bir siyasi yapının bulunmasını 1948 tarihinden bugüne tercih etmemekte. Bu anlamda Lübnan siyasetinin, Kasım 2017’den bugüne kendilerine dikte ettirilmek istenen siyasete karşı ne denli direnç gösterebileceği hem ülkenin hem de bölge açısından cevabı merakla beklenen bir soru.

LİDERLİK Mİ YOKSA PİYONLUK MU?

Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah da bu gerçeğin farkındaki, Lübnan’ın ancak birlik olabilirse bu büyük girdaptan çıkabileceğini düşünüyor. Nasrallah sonuçlara dair ”İlk sonuçlara göre seçim kampanyalarının başından bu yana beklediklerimizin gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Seçimler bitti. Eğer bir devlet istiyorsak birbirimizle iş birliği yapmamız gerek” sözleriyle bu gerçeği dile getiriyor. Tabii burada en büyük rol de yine Hizbullah örgütünün lideri Nasrallah’a düşüyor. Kendisi, tıpkı Gannuşi’nin Tunus’ta yaptığı gibi bilge liderlik rolünü öne çıkarıp, gerektiğinde ödün vererek, Lübnan’ın ayakları üzerinde durmasını mı sağlayacak? Yoksa, bölgedeki gerilimin peşine takılıp, vekalet savaşlarının bir piyonu olmayı mı kabul edecek? Hizbullah liderinin, yukarıdaki sözleri, ilk tercihi masada tuttuğu yönünde. Nasrallah’a bu noktada en büyük yardımcının, Cumhurbaşkanı Mişel Avn olacağı söylenebilir. Avn, Hariri’nin istifa sürecine direnç göstererek, Lübnan için önemli bir siyasi duruş sergilemişti. Saad Hariri’nin seçimler hakkında “Lübnan’da demokratik seçimler yapılıyor. Etrafımızdaki ülkelerde yaşananları düşünürsek bu Lübnan’ın iyi yolda olduğunu gösteriyor” sözleri de, Veliaht Prens Selman ile selfie çektirmek yerine ülkesinin geleceğini düşündüğü takdirde, Lübnan’ı hiç olmazsa mevcut durumdan daha iyi bir geleceği müjdeleyecektir.

Sonuç olarak, hem Tunus hem de Lübnan’da, yıkıcı “Arap Baharı”nın açtığı yaralar yeni yeni kapanırken, yapılan seçimler, bölge halklarının kaderinin dışarıdan çizilen projeler ile belirlenemeyeceğini göstermesi açısından önemlidir. Bundan daha önemli olan ise Batılı kara propagandanın aksine, eğer imkân verilirse, bölge halkının demokrasiyi hayata geçirme konusunda hala istekli olduğunu göstermesidir. Seçimlerin bir diğer sonucu da, bölge ülkelerinde siyasi istikrarın bir şekilde sağlanarak, bölgesel işbirliği mekanizmalarının başta ekonomi olarak yeniden çalışmasına imkan tanıyacak bir çerçevenin önünü açabilmesidir. Elbette bunlar emekle ve bebek adımları olarak değerlendirilebilir ama üzerinde bunca karanlık projenin oynandığı bir bölgede, seçimlerin hala daha yapılabilmesi umut vericidir.

Benzer konular