Portreler dizisine başladığımızda Doktor Şenel Yediyıldız “Mutlaka Kubilay Örten’i de yazın” diye tembihledi. “Öyle bir insandı ki, onun gibisini görmedik” diye ekledi.
Sonrasında ulaştığım her isim, konuştuğum herkes “İstikamet üzere” bir hayat sürüp, daha yaşamının baharı sayılacak bir yaşta rahmetli olan Doktor Kubilay Örten’in bir yönünü anlatıyordu. Yazılacak portre aşağı yukarı belirginleşmiş, bu gencecik yaşta vefat eden Örten’i hala yanı başında hisseden arkadaşlarının halini az buçuk anlar olmuştum. O sırada Yusuf Ziya Cömert bambaşka yönleriyle şekillenen bu portrenin yaşarken değil, vefat ettikten sonra da nasıl etkisinin sürdüğünü çarpıcı bir örnekle önüme koyuverdi:
“Ankara’da, Kubilay’ın kabrine gitmiş Şenel. Kabristandaki görevliye, Kubilay’ın kabrini sormuş. Lafı uzatmayayım, yerini bulmuşlar. Sonra, kabristandaki görevli, demiş ki, ‘Kimdir burada yatan zat? Geçenlerde bu mezara bir bakan gelip, başında yarım saat dua etti.”
Kimi zaman ailelerin bile ziyaret etmeye üşendiği mezarlıkların yanında ne kuvvetli bir temsil. Öyle ya, ömrün ne kadar sürdüğü değil, nasıl sürdüğü önemli.
Bahattin Yıldız, Mustafa Keleşoğlu, Mustafa Ağırman… Bu isimler üzerine çalışırken konuştuklarım, bir kentin nasıl insanların hayatında özne olduğuna da vurgu yapıyordu: Erzurum. Şehrin bugünün siyaset ve akademik ortamına katkısı, İslami bir ekol oluşturması.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir kitabında şehri şöyle anlatıyor:
“Erzurum Türk tarihine, Türk coğrafyasına 1945 metreden bakar. Şehrin macerası düşünülürse, bu yükseklik daima göz önünde tutulması gereken bir şey olur. Malazgirt Zaferi’nin açtığı gedikten yeni vatana giren cetlerimizin ilk fethettikleri büyük merkezî şehirlerden biridir.”
Bu fethin ilk şehri, 1970’lerden sonra yetişen nesillerin inşasında da tarihi bir rol oynuyor. Erzurum’a İslami hareketin filizlendiği şehirlerden biri demek abartı olur mu? Şenel Yediyıldız o zamanın Erzurum’daki ortamı anlatırken, benzer bir ifade kullanıyor:
“Erzurum Müslüman gençler için adeta bir merkez gibiydi. Bizim üniversite zamanımızda böyle bir üniversite hayatı yoktu. İnanan gençlik olarak çok az kişiydik. Birbirimize sahip çıkmak mecburiyetindeydik.”
Bu koşullar altında yakınlaşan, yola çıkan bir avuç gencin inşa ettiği dostluk da o günlere özgü. Mesela çıkan bir çatışmada 10 genç bıçaklanıyor. Polise yakalanmamak için doktora gidemiyorlar. O zaman henüz tıp fakültesinde öğrenci olan Kubilay Örten gençleri eve götürüp, yüzüstü yatırıp bir hafta boyunca pansumanlarını yapıyor, yediklerini içtiklerini temin ediyor.
Daha öğrencilik günlerinden elindekini vakfeden Örten’in lise yılları da o günlerin habercisi. Onu Erzurum’a götüren Muzaffer Doğan anlatıyor:
“Nevşehir’de Milli Türk Talebe Birliği’ne gidip gelen gençler arasında Kubilay diye bir çocuğun adı yayılmaya başladı. ‘Öyle zeki ki öğretmenleri zorluyor’ deniyordu. Ben de gençlere abilik yapıyordum. Kubilay’ın isminin yayılması beni etkiledi. İlk karşılaşmamda güzel, aydınlık bir genç intibaı edindim. Gözlerinden zekâ fışkırıyordu. O günden itibaren peşine düştük bir nevi. Ona özel bir alaka gösteriyordum. Bir istikbal vaat ettiği besbelliydi. Liseyi birincilikle bitirdi. Erzurum Tıp Fakültesi’ne kaydını yaptırdı.”
Üniversiteye başlar başlamaz lisede ondan beklenen istikbalin hakkını vermiş, başarılı bir öğrenci, hayırlı bir dost olarak akıllara yer etmiş.
“Not tutmayıp derece yapan biri” olarak hatırlıyorlar onu. MTTB’deki arkadaşlarının evlerini, sınıflarını, durumlarını ezbere bilirmiş.
Şenel Yediyıldız’la oturdukları kapısız ev de akıllarda. Evlerine girerken, alt kattaki dükkândan seyyar merdiveni alıp tırmanır, yukarı çıkınca merdiveni çeker, sabah çıkarken yine aynı şekilde giderlermiş.
Bu hatırayı bu denli canlı tutan başka bir anı da Hüseyin Selçuk’tan:
“Erzurum’da sıkıyönetim vardı, MTTB kapatılmıştı, Afganistan Ruslar tarafından işgal edilmişti, İran İslam devrimi yeni zafere ulaşmıştı. Erzurum’da 3-5 kişinin yan yana gelemediği, her türlü toplantı ve yürüyüşün yasak olduğu günlerdi. Bir gece kapım çalındı. Saatime baktım gecenin on ikisi. Korkarak açtım karşımda Kubilay ve Bahaddin Yıldız. ‘Hayırdır gündüzler çuvala mı girdi? Gecenin bu saatinde, bu karda kışta sizi buraya getiren nedir?’ dedim. Bahaddin ”Abi Afganistan için bir şeyler yapmamız lazım, ya savaşa gitmeliyiz ya da bu zulmü dünyaya duyurmalı, telin etmeliyiz’ dedi. Kubilay’a döndüm ‘Sen akıllı adamsın bu sıkıyönetim şartlarında, bu kışta kıyamette böyle bir şey yapılabilir mi?’ dedim. ‘Dayağı, hapsi göze alırsak başarırız’ dedi. Ben ‘Yarın konuşuruz, şimdi biraz uyuyalım’ deyince Kubilay geç olur diye itiraz etti. Gecenin ikisinde karda yayan iki saatte üniversitenin dağ tarafındaki Telsizler köyüne vardık. Kapıyı çaldık, polis baskını diye bütün bina ayağa kalktı. Uyku sersemliği ve panikten kim olduğumuzu bin bir zorlukla anlatabildik ve içeri girdik. ‘Ne oldu, ölen mi var, baskın mı yediniz’ sorularının ardı arkası kesilmiyordu. Bir şey olmadığına ikna ettiğimizde de ‘Size çay yok, yüreğimizi ağzımıza getirdiniz’ dediler. Neyse, Kubilay ve Bahaddin’in teklifi değerlendirildi ve oybirliği ile Rus işgalinin protesto edilmesine karar verildi. Bir gün sonra da uygulandı. Tutuklananlar tutuklandı, gönüllüler Afganistan direnişi için yola çıktı. O günün gazeteleri ve dünya haber ajansları bu protestoyu birinci haber olarak verdi. Sıkıyönetime rağmen böyle bir eylemin yapılması devletin en üst kademelerinde şaşkınlık yarattı. O günden sonra sıkıyönetim olmayan şehirlerde de protestolara devam edildi. Afgan direnişi Türkiye ve dünya gündemine oturdu.”
Onu inancı uğruna taviz vermemesiyle anıyorlar. Kimilerinin dolambaçlı yollar izlediği zamanlarda, doğru bildiğini yapmak için hiç eğilmemiş. Ev arkadaşı Şenel Bey gözaltına alındığında girdiği risk, arkadaşları için neleri göze aldığının örneği:
“7 yıl beraber kaldık. Babasını erken yaşta kaybetti, ondan sonra ailesine baktı, üniversitede okudu ve öğrencilere de hizmet etti. Yediğimiz içtiğimiz de yemediğimiz içmediğimiz de beraberdi. Gözaltına alındı çıktı. Zonguldak’taydım o zaman, ziyaretime geldi. ‘Senin de adın geçiyor’ dedi. Ben de ondan sonra 1 ay hapiste yattım. Sıkıyönetim komutanı bizi ‘Siz İslami cemaat kurmuşsunuz’ diye tutukladı. Her akşam bana mektup gönderip taktik verdi. Beni gözaltına alanlar ‘Bu adam niye konuşmuyor’ diye perişan oldu. Bu işin neticesi nedir, nasıl davranmalıyım, hepsini o mektuplarla anlattı. Pusulaları Bekçi Osman diye biri vardı, onunla gönderirdi.”
Öğrenciyken köylere gidip kim hastaysa ona bakmış. Erzurum İl Sağlık Müdürlüğü’nde çalışırken rüşvet vermeden sınava giren kim varsa, onu işe almış. Kız kardeşi kimsenin gündeminde Aile Hekimliği yokken, onlara heyecanla anlattığı bu projeyle yâd ediyor hatırasını. Kimsenin adını unutmazmış, soyadını, sicil numarasını, memleketini bilirmiş.
Karlı bir gün Mucur yakınlarında, kendisini sıkıştıran bir arabanın elinden ömrü sonlandığında 35 yaşında bir ömrü beraberinde götürmüş.
Ömür biter vefa biter mi?
Yusuf Ziya Cömert’in anlattığı mezarlık hikâyesine geri dönelim. Dostunun ardından sıkça mezarına gidip Fatiha okuyan Ak Parti Genel Başkan Yardımcısı Beşir Atalay’a:
“Rahmetli Dr. Kubilay Örten Erzurum’da Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) içindeki öğrencilerimizdendi. Onunla ilgili ben sadece 12 Eylül 1980 ihtilali dönemine ait bir hatırayı paylaşmak isterim. 12 Eylül sonrası 30 kadar öğrenci arkadaşımızla birlikte Kubilay ve ben de hoca olarak Erzurum’da gözaltına alındık. Öğrencileri İslamcı faaliyetlerde bulunuyorlar diye, beni de hoca olarak onları koordine ediyor ve maddi destek sağlıyorum diye gözaltına aldılar. Gözaltına alınan öğrenciler 12 Eylül öncesi MTTB’nin Erzurum’daki önde gelen isimleriydi. O zamanlar gözaltı süresi şimdiki gibi 4 gün değil 90 gündü. Bizi yaklaşık bir ay gözaltında tuttular. Emniyete ait bir binanın bodrum katında çok olumsuz şartlarda geçirdik bir ayı. Bizim kaldığımız küçük odada yer betondu, sadece parklardaki gibi, tahtalarının arası açık bir tane bank vardı. Odada 4 kişi gece gündüz nöbetleşe o bankın üzerinde oturabiliyor ve yatabiliyorduk. Kubilay’ı ise bizim demir parmaklı kapıdan görebildiğimiz küçücük bir hücrede tek başına tutuyorlardı. Bir kişinin oturarak sığabileceği dar bir hücreydi. Birkaç tahtadan ibaret bir oturağı vardı ve 24 saat oturmak zorundaydı. Bu arada dar hücresinin tavanından da üzerine sürekli pis su damlıyordu. Damla başına gelmesin diye iyice ileri doğru eğilerek oturmak zorunda kalıyordu. Orada o halde bir ay kaldı. Kapıdan birbirimizle konuşabiliyorduk. O süre içinde hiçbir şikâyetini duymadık. Sürekli dua eder, göz işaretiyle namazını eda ederdi. Kubilay böyle sabırlı, dayanıklı ve sessiz yaşayan bir arkadaşımızdı. O gözaltı süresinde öğrencilerden bazılarına işkence yapıldı. Dr. Kubilay da o zamanın meşhur işkence yöntemlerinden Filistin askısı ile işkence gördü. Kubilay işte böyle bir hayatın, zorlukların, mücadelenin içinden geldi. Kendisine Allah’tan rahmet diliyorum.”