İslam dünyasının geleceği

İslam dünyasının sınırları hep muğlak olmuştur. Şimdilerdeyse, belirsizliğe doğru yeni adımlar atıyor; bu durum, çökmüş anlatılar dünyasının sakinlerinin kaçınılmaz kaderi. Bazıları kalıcı niteliğe sahip yeni melezlikler ortaya çıktıkça, inanmak ve inanmamak arasındaki sınırlar belirsizleşecek ve değişime uğrayacaktır. Bazıları İslam’a inanmaya devam edip yoga yapacak, bazıları Şiilik ve Zerdüştlüğün karışımlarını keşfetmeye girişecek. Eski Ortodokslar, yeni melez türlerin şekillenmesini engelleyemeyecek. İnternet nihayetinde bölge ve milli kimlik gibi kavramları tamamen ortadan kaldıracak; her şey anlık ve evrensel olarak kabul gören bir tercihler meselesine dönüşecek.

Batı şehirlerinde azalan testosteron seviyeleri, kısırlığı gittikçe artıran feminist hayat tarzlarının kemikleşmesine yol açtıkça, İslam demografisi gittikçe artacak. Öte yandan inançlılar, erkek ve kadın olmaya devam edecek, bunlar birleşecek ve üreyecekler: Şüphe yok ki İslam ümmeti henüz bu becerisini kaybetmedi.

Jürgen Habermas’ın homo sapiens’in sonunun geleceğine yönelik tahmini, Müslümanların bu direnişinin karşısında yer alabilir ama yine de fetva vericiler için yeni çıkmazlar yaratacaktır. Genetik manipülasyonlar su altında nefes alabilen, ultraviyole ışıkları görebilen ve hiçbir şeyi unutmayan insansı türleri ortaya çıkaracaktır. Cinsiyet gittikçe daha fazla tercih meselesi olacaktır; hatta yeni cinsiyetlerin ortaya çıktığını şimdiden görüyoruz. Pek çok kişinin büyük bir özgüvenle geleceğini ilan ettiği teklik, dijital ve biyolojik dünyalar arasındaki sınırları silikleştirecektir. Düşünen insanın en temel, belki de yegâne değişmezi, yani beden, diğer her şey gibi değişime uğrayacaktır: Bu, Lucien Freud’un kehanetidir.

Ulusun, bölgenin, cinsiyetin, dilin, sınıfın ve biyolojinin sonunun geldiğini ilan eden bu karmaşık hikâyeler dünyasında dinler, ardı arkası gelmeyen yeniden icat etme sürecine karşı koyma kapasitelerine bağlı olarak varlığını sürdürecek ya da yok olacak. İslam’ın bid’ata karşı koruduğu inatçı mesafe, Müslümanların yeni görelilik denizine diğer insanlardan daha geç dalmasına sebep olacak. Dünya dinlerini düşündüğümüzde İslam, sabitliği ile dikkat çekiyor. Örnek vermek gerekirse, Müslümanların ibadet formu hiçbir değişikliğe uğraşamadan günümüze gelmiştir; bu eşsiz ve sıra dışı bir başarıdır.

Dolayısıyla, İslam’ın yaklaşmakta olan teknik ve etik değişim rüzgârı içinde serpilmesi, büyümesi, insanın istikrara yönelik arzusunun devamlılığına bağlıdır. Hâlihazırda kimi Müslüman toplumların, yegâne doktrini Batı’nın güncel değer yargılarını olduğu gibi kopya etmek olan elitlerle, geçmişten kalma alışkanlıkların sürdürülmesinden tatmin olanlar arasında bir boşluğun oluştuğunu görüyoruz. Üçüncü Dünya elitlerinin kölevari bir edayla Batılıları taklit etmesi, aslında bir tür fundamentalizme karşılık geliyor. Burada herhangi bir itiraza ya da farklılığa yer yoktur. Batının formları giderek artan bir hızda değişikliğe uğrarken, bu elitlerin istikrarı ve halk gözündeki güvenilirlikleri daha da azalacaktır. Köktenciler her zaman istikrarlı köktencilere ihtiyaç duyarlar.

Eski elitlerin milliyetçi çağların putlarına sarılma konusundaki ısrarları ise epey komiktir. Rusya, Almanya, hatta Arnavutluk bu putları, Batının sonu gelmeyen değişiklik adı verilen yeni doktrini sayesinde tarihin çöp kutusuna attı. İslam ise, içi boş seremonileri alaya almaları anlamında Dadaist olan mutasavvıf gelenekle, göğsünde bir sürü nişan, yıldız ve arma taşıyan generallere sonsuz bir hayranlık duyan Nasreddinler’le, putların çöküşünden sonra kolaylıkla varlığını korudu. Yüce Peygamberin asası, Mekke çöllerine sırt üstü devrilen Hubal ve El-Uzzâ’ya işaret ediyor. Bunlara tek bir kere bakarak bir daha asla ayağa kalkamayacaklarını anlayabiliriz.

Tektanrıcılık, tarihin en güçlü fikridir. Postmodernitede fikir yoktur, sadece diller silsilesi vardır. Evrensel Babil Kulesi, öfkeli çığlıklar atıp kendi sonunu getirdiğinde peygamberlik asası kendisine yönelene kadar muhteşemdir. Kur’an’da yer alan bütün meta-tarihsel hikâyelerin ana fikri budur.

Fakat köktencilik, sekülerin tekelinde olan bir olgu değil. Bir zamanlar Müslümanlar arasında, çeşitliliğe dair atadan kalma bir vurgu vardı: Dört fıkıh, birçok doktriner gelenek, bin bir tarikat… Curiavari bir teklik arayışında olan diğer dinlerin aksine Sünni İslam için bu çok sesli yapı her zaman bir zenginlik olarak görüldü.

Vahhabiliğin yükselişi ile birlikte bu dini nitelik tehdit edilmeye başlandı. Vahhabilik, otizm gibidir; başkalarıyla empati kura­maz, yazılı metinlere en ufak bir yorum getirmez, metafor ve sembolleri idrak edemez, sanat ve edebiyata yabancıdır, bu yüzden de sık sık ve şid­detli sinir krizlerine girer. Vahhabilik, son derece itici olmakla birlikte bugün bazı Müslüman bölgelerde Vahhabi köktendinciliği kendisinden başka her şeye öfke kusan, darma­dağın eden Arap kum fırtınalarını anımsatıyor.

İslam’ın bir rakibe ih­tiyacı yoktur. Ama bugün bir değil, iki rakibi var. Mo­dernite ne kadar değişken­se Vahhabilik adı verilen öfkeli reaksiyon da o kadar serttir, durmadan parıltıyı ve değişimi yücelten Batılı görelilik dansının İslam dünyasındaki aksidir; öleli yıllar olmuş bir cesedin, bir dansözü seyretmesi gibidir.

Tarih sahnesinde, tektanrıcılıkla hedonist rakipleri arasındaki rekabetin tek bir sonucu olmuştur. Ancak önümüz­deki yıllarda Müslüman dünyasının Vahhabile­rin kalbine giden yolu bulması, kum fırtınasını dindirmesi, tarihsel dengeyi ve iç çeşitliliğini yeniden tesis etmesi gerekmektedir. Hazreti Peygamber’in çocukla­rı, elbette birbirinden farklı olacaktır; totaliter bir İslam anlayışı, İslam değildir. Bağdat’ın eski günlerini hatırlayalım. Konstantinopolis’in eski günlerini hatırlayalım.

Artık çökmüş olan yönetimlerin enkazından yeni çiçekler gonca vere­cektir. Cennetin bulutları, ona özlem duyan herkesin üzerine rahmet yağdırır. Bu çorak toprakların yeşillenmesinin ne kadar zaman alacağı, İslam bün­yesinde gerçek mümin­lerle otistik isyankârlar, İs­lam’ın en zengin mirasının gerçek sahipleri ile bütün insanlığı kendi kindarlıkla­rıyla doldurmak isteyenler arasındaki iç mücadelele­re bağlıdır.

İncil’de “bu çağın gidişine ayak uydurmayın” denir. Bu belki de İncil’in köktendincilik adı verilen denizkızına karşı en güçlü uyarısıdır. Denizkızı tatlı sözlerle bizi yanına çağırır, sesine kanıp ona yönelenlerse kayalara çarparak yok olur.

 

Devamı Gerçek Hayat’ın 796.sayısında…

Benzer konular