Tarihte devrimler azdır, ama başarılı devrimler daha azdır. İran İslam Devriminin de pek başarılı olduğunu söyleyemeyiz. Humeyni döneminde devrim mantığı ile hareket eden İran giderek Fars milliyetçiliğine ve mezhepçi Şii kimliğe yöneldi. İRAM (İran Araştırmaları Merkezi) çok yeni, 2016 yılı içerisinde kurulmuş bir düşünce kuruluşu. Siyasal, toplumsal ve ekonomik açıdan büyük bir ihtiyaca cevap verecek gibi duruyor. Merkezin başkanı Prof. Dr. Ahmet Uysal ile İran’ı konuştuk.
İran, coğrafyamızda “İslam Devrimi” sempatisinden “Fars emperyalizmi” nefretine doğru savrulan bir ülke oldu. Bu süreç nasıl gerçekleşti, sizden öğrenebilir miyiz?
1979 İslam Devrimi büyük ideallerle ve samimi duygularla gerçekleştirilmişti aslında. Bugün Arap Baharı’nda atılan sloganların neredeyse aynısı Tahran sokaklarında yankılanıyordu. İnsanlar babadan oğula geçen yönetime itiraz ediyor ve istiklal, azadi ve Cumhûri-yi İslami sloganları atıyordu. O dönemde tüm İslam dünyasında benzer akımlar vardı ve İran’da siyasi başarı kazanılması İslam dünyasındaki çeşitli gruplarda heyecan meydana getirmişti. Ancak İran-Irak savaşının başlaması ve İran içindeki farklı grupların siyasi sahneden tasfiye edilmelerine paralel olarak devrimci söylemin gittikçe kısırlaşması ve evrensel sloganlardan mezhebi sloganlara yönelmesi yerini bir soğukluğa bıraktı. Bununla birlikte başta Filistin davasına verdiği destek ve Hizbullah üzerinden İsrail ile çatışması olmak üzere Batı karşıtı tutumu İslam dünyasındaki İran’a yönelik sempatinin bir ölçüde sürmesine yol açtı. Ancak Arap Baharıyla birlikte İran’ın İhvan-ı Müslimin örgütü şahsında İslamcı ve Sünni akımlara cephe alması, Suriye’de rejimin vahşetlerini görmezden gelip silahlı muhaliflerin içindeki bazı unsurları bahane ederek rejim yanında çatışmalara müdahil olması Arap dünyası başta olmak üzere İran’ın Sünni dünyayla ilişkilerini son derece kötü bir noktaya getirdi. Dolayısıyla İran’a başından beri sempati ya da en azından anlayışla yaklaşan Türkiye’deki dindar kesimlerin bile bu şekilde İran karşıtı bir noktaya gelmelerinde İran’ın bölgeye yönelik kısa vadeli çıkarlarını öncelemesi önemli rol oynamıştır.
Devrim bir illüzyon muydu? Pehlevi saltanatını yıkan rejimin aslında en başından aynı bayrağı sallamaya devam ettiğini söylemek mümkün müdür?
Tarihte devrimler azdır, ama başarılı devrimler daha azdır. İran İslam Devriminin de bu anlamda pek başarılı olduğunu söyleyemeyiz. Humeyni döneminde devrim mantığı ile hareket eden İran giderek Fars milliyetçiliğine ve mezhepçi Şii kimliğe yönelmiştir.
İran, neticede Şii bir ülke. Ama bildiğimiz kadarıyla çevre ülkelerdeki Şiilik yorumları da bir o kadar farklı. Sünni dünya, kendi içerisindeki yorumlardan büyük kavgalar çıkarıp daha da ayrışırken İran’ın Zeydileri, Nusayrileri ve Alevi toplulukları bu derece konsolide edebilmesi nereden geliyor?
İran dış düşman söylemine dayanarak, elindeki güçlü propaganda araçlarını kullanarak kendisinin olmaması durumunda “tekfirci teröristlerin” bütün Şiileri ya da diğer azınlıkları yok edeceğini ileri sürüyor. Aynı söylemi ülke içinde de başarıyla kullanıyor. “Demokratik standartlarımız düşük olabilir ama hiç olmazsa güvenliğimiz var” söylemi, son birkaç yıldır Tahran’ın en sık başvurduğu slogan durumunda. Çatışmalar sürdüğü ve gerek ülke içindeki gerekse de dışındaki gruplar üzerindeki emniyet şantajı sürdüğü müddetçe bu kitlelerin Tahran’ın politikalarına ses çıkarmaları beklenmemelidir. Dolayısıyla Tahran’a rakip aktörler söylemlerini belirlerken aslında rejimin politikalarından son derece rahatsız olan kesimleri onun kucağına itici yaklaşımda bulunuyorlar. Aksi politikalar Yemen’deki Husiler örneğinde gibi İranla tarihi, kültürel ve mezhebi hiçbir bağı olmayan kesimleri bile İran hükümetinin kullanabileceği yöne itecektir.
Şii hilali gerçekleşebilir mi? Bunun coğrafyaya maliyeti ne olur? Gerçekleşmesini önlemek mümkün müdür?
Böyle bir durumun mümkün olduğunu düşünmüyorum. Kısa vadede gerçekleşiyor görünse bile çatışmalar sona erdiğinde ilk itirazların Şiilerden geleceği görülecektir. Nitekim Maliki-Mukteda çatışması ya da Sistani-Hamenei gerginliği sanıldığından çok daha derin köklere sahiptir ve DEAŞ’ın varlığı yalnızca aralarındaki hesaplaşmayı geciktirmektedir. Türkiye’nin 2011 yılına kadar Suriye ve Irak ile kurduğu iyi ilişkiler, tüm bölgesel aktörlerin normal şartlarda önceliklerinin ideolojik ve kimliksel değil pratik ihtiyaçlar olduğunu göstermiştir.
İran devrimi hakkında BBC gibi bazı yayın organlarında ve kimi hatıra kitaplarında (Genelkurmay Başkanı Karabaği’nin anıları gibi) “CIA destekli” olduğuna dair iddialar var. Sizce doğruluk payı var mıdır?
Dönemle ilgili birçok hatırat kitabında Şah’ın olayın arkasında CIA ve MI6’nın olduğuyla ilgili kesin inanca sahip olduğu belirtilir. Özellikle son süreçte devrimcilerle Amerikalılar arasında çeşitli görüşmeler gerçekleşmiş ve bu durum Şah’a bağlı olduğu düşünülen ordunun “tarafsız” kalmasında önemli rol oynamıştır.
ABD’nin Irak işgali sonrası bölgeyi İran’a adeta “teslim ettiği” gerçeği söz konusu. Bunda bir kasıt unsuru var mı yoksa kaçınılmaz bir sonuç olarak mı gerçekleşti?
Teslimin kasıtlı olduğunu düşünmüyorum, ABD ile Mukteda Sadr liderliğindeki Şii milisler arasında özellikle 2004 sonrasında ciddi çatışmalar gerçekleşmişti. Allavi ya da Çelebi gibi sahadaki seküler batıcı Şiilerin güçsüzlüğü ister istemez dini grupları ön plana çıkardı ve İran’ın devrimin başından beri yatırım yaptığı gruplar güç kazandı. ABD çatışmanın kendisine bir fayda sağlamayacağını düşündüğü için İran ve Şiiler ile uzlaşmaya gitti ve önce Caferi’nin sonra Maliki’nin Başbakanlığı bu sayede mümkün oldu. ABD’nin sahada güçlü olan tarafla anlaşması kendisi açısından mantıklı bir davranıştı. Sünnilerin Baas bağlantıları bahanesiyle geriplana itilmeleri ve nüfus olarak azınlıkta olmaları da bu durumda rol oynamıştır.
İran, multi-etnik bir ülke ve neredeyse yarı nüfusu Türk kökenli halklardan oluşuyor. Fars oranı belki de azınlık durumunda. Bu durum, imparatorluk iddiası içerisindeki bir devlet için zenginlik olabileceği gibi aynı zamanda bir “zaaf” değil mi?
İran’ın çok etnisiteli, çok dilli, çok mezhepli ve çok dinli bir toplumsal yapıya sahip olduğu bir gerçektir. Özellikle modern dönemde ulus-devletlerin ortaya çıkmasıyla tırmanan milliyetçi akımlar, toplumsal yapısı çok etnisiteli olan devletleri bir hayli zorlamaktadır. Gelişmişlik düzeyine göre değişkenlik arz eden bu mesele ekonomi, eğitim ve kültür seviyesinin durumuna bağlı olarak artış gösterebilmektedir. İran’da da bu yöndeki eğilimler her geçen gün biraz daha yaygınlaşmakta ve güçlenmektedir. Bu durum ister istemez devlette birtakım kaygıların oluşmasına neden olmaktadır. Devlet, sistemin İslami mahiyeti çerçevesinde sorunu tolere edip çözeceğine her geçen gün daha fazla ulus-devlet kaygılarına büründüğünden sorun daha girift bir hal almaktadır.
İran içerisindeki Türklere ve diğer etnik gruplara ne tür baskılar söz konusu? Bizim bildiğimiz bir Murtaza Muradpur olayı var? Sahi, Tebriz’de neler oluyor?
İran, devrim sonrasında yaşadığı etnik meseleler Kürt bölgesindeki ayaklanma ve ardından başlayan İran-Irak savaşıyla Arap-Acem ve Şii-Sünni kutuplaşmasına sahne olduğundan İslami söylemlerden mezhepçi-milliyetçi çizgiye kaymıştır. Bundan dolayı, devrim sonrasında tanzim ettiği yeni anayasayı da ulus-devlet kaygılarından dolayı tam olarak hayata geçirememiştir. Savaş döneminde dış düşmana karşı meydana gelen kenetlenme savaş sonrasında yavaş yavaş yerini siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda ayrışmalara bırakmaya başlamıştır. Etnik tartışmalar ve zaman zaman federalizm tartışmaları gündeme gelmiş olmasına rağmen ülkenin yeterli siyasi olgunluğa sahip olmadığı düşüncesiyle ötelenmiştir. Kuşkusuz ülkede Farslardan sonra en büyük çoğunluğu oluşturan Azeri, Türkmen ve Kaşkayi Türkleri anadilde eğitim başta olmak üzere siyaset ve ekonomi alanında birtakım taleplerini dile getirmektedirler. Örneğin İran tarihinde Türklerin yoğun yaşadıkları bölgelerin sorunlarının çözümünü hızlandırmak ve ülke gelirlerinden daha adil bir pay edinebilmek amacıyla ilk defa mecliste Türk Fraksiyonu kurulmuştur. İran Türklerinin en önemli şehri Tebriz olduğundan burada meydana gelen herhangi bir etnik veya siyasi hareket ülkedeki bütün Türkleri etkileyebilmektedir. Murtaza Muradpur katıldığı bir yürüyüşte anadilde eğitim, Urumiye gölünün kurumaması ve Traktörsazi takımı lehine sloganlar attığından siyasal düzen karşı gelmek ve izinsiz gösteri düzenlemek suçlamasıyla 3 yıl hapse mahkûm edilmiştir. Ceza hukukunun öngördüğü ceza infaz indiriminin kendisini kapsamış olmasına rağmen bu indirimin yapılmamış olmasına itiraz olarak açlık grevi başlatmış ve 50 günden fazladır bunu sürdürmektedir.
ABD, düşman ilan ettiği ülkelerin içerisindeki muhalif unsurları desteklemesiyle bilinir. Ancak İran özelinde farklı bir durum var sanki. İlişkilerin en kötü olduğu yıllarda bile, İran Türklerinin böyle bir desteğe mazhar olduğunu pek bilmiyoruz. Irak ve Suriye’de keza Türkmenler sürekli olarak denklem dışında bırakıldı. ABD kerhen de olsa bölgede Türk unsurları güçlendirmek istemiyor gibi. Yanılıyor muyum?
Kuşkusuz İran içerisinde ortaya çıkan etnik ve mezhep kökenli veya her türlü siyasi-sosyal hareket devlet tarafından dış güçlerin bir oyunu olarak algılanmakta ve yansıtılmaktadır. Ancak şimdiye kadar İran Türkleri tarafından devrim sonrasında etnisiteye dayalı kitlesel bir hareket ortaya çıkmamış veya çıkmasına fırsat verilmemiştir. Zaman zaman tahkir edici yayınlardan dolayı, gösteriler düzenlenmiş olsa da süreklilik göstererek siyasal bir harekete dönüşmemiştir.
Sorunuza gelecek olursak çıkarımınız büyük ölçüde doğru, destekledikleri muhalifler var. ABD İran’daki Türk varlığını ve taleplerini bilinçli olarak görmezden geliyor ve 30 milyonluk bir kitlenin siyasi varlığını göz ardı ediyor. Bunda ABD ve İran arasında son 10 yılda geliştirilen ve adı konulmamış ittifak ilişkisinin de payı olduğu kanaatindeyim. Aksi durumda Ortadoğu’da müdahalelerde bulunmak için birkaç yüz binlik kitleler için özel söylemler geliştiren bir siyasi aklın bu kadar büyük bir potansiyele sahip halkın siyasi taleplerini görmezden gelmesi mümkün olmasa gerek.
Türk toplumu İran sosyolojisi hakkında fazla bilgiye sahip değil. Mesela Şii ulemanın zekatı humus olarak yüzde 20 gibi büyük bir oranda topluyor olması, devletin eline bakan Sünni ulemaya karşı bir propaganda üstünlüğü sağlıyor mu? Yine mesela bir Lakme (Mersiye geleneği) gerçeği var.
Evet, humus Şii ulemanın elini maddi olarak güçlendirmiştir. Ve bu hususta devlete muhtaç kalmadıkları gibi dini eğitim kurumlarının bağımsızlığını da korumayı başarabilmişlerdir. İran’da devlet tamamen ulemanın kontrolünde olmasına rağmen humus paralarını halen daha büyük oranda Kum’daki belli başlı ulemaya verilmektedir. Mersiye kültürü de çocukluktan itibaren Şii her ferdin bilinçaltını kodlamakta ve hayatı boyunca bunun etkisinde kalabilmektedir. Sekülerleşen kesimler hariç toplumun neredeyse her kesiminden insanlar bu bilinçaltıyla yaşamaktadır. Bunun yanında Şiilik kadar İran toplumunun tarih bilinci de canlıdır. İslam öncesi kültür ve medeniyetlerini yansıtan değerler ve karakterler eğitim ve öğretimle ayrıca bilinçaltına işlenmiştir.
Son olarak, Nadir Şah’ın Şii-Sünni yakınlaşması tezinin bugün açısından bir değeri var mıdır? Yoksa tren çoktan kaçırılmış mıdır?
Bu tür söylemler, siyasi birer projeden ibarettir. Geçmişte İran, Şiiliğin en önemli temsilci güçlerinden biri iken o dönemde Sünni dünyayı temsilen Osmanlı gibi bir muhatabı vardı. İran bugün de bu niteliğini korurken, Sünni dünyayı temsil eden tek bir devletten söz etmek mümkün değildir. Dolayısıyla, modern dönemde mezhepsel faktörler üzerinden ittifaklardan söz etmek yerine demokratik ve bölgesel ekonomik işbirlikleri üzerinden söylem geliştirmek daha rasyonel olacaktır.
İran Araştırmaları Merkezi oldukça yeni bir kurum ama bir o kadar da geç kalınmış sanki. Kuruluş aşaması nasıl gerçekleşti?
Evet ne yazık ki ülkemizde bu tür kurumlar çok yeni ve ancak kurulduklarında ne kadar büyük bir boşluğa tekabül ettikleri anlaşılabiliyor. Merkezimize çeşitli vesilelerle davet ettiğimiz akademisyenler ve uzmanların birçoğu da konuşmalarına böyle bir merkez için geç bile kaldığını vurgulayarak başlıyorlar. Aslında İram’ın kurulması düşüncesi bazı arkadaşlarımızın öğrencilik zamanlarına kadar geri gitse de bu tür kurumların ciddi bir finansal destek olmadan ayakta durmasının zorluğundan dolayı gerçekleşme imkânı bulamamıştı.
Kurumun çalışmaları hakkında bilgi verebilir misiniz? İran Araştırmaları Merkezi tam olarak neye tekabül eder ve ne tür çalışmalar yapar? Vizyon ve misyonu nelerdir?
İran Araştırmaları Merkezi aslında ne yaptığını adıyla söylüyor. Tarihsel ve kültürel olarak yakın ilişkilere sahip olduğumuz bölgenin önemli ülkelerden birisi olmasına rağmen İran ülkemizde çok iyi tanınmayan bir ülke. Türkiye gibi bir ülkede İran araştırmacılarının sayısının iki elin parmaklarını geçmemesi oldukça sorunlu. Merkez olarak hem İran ile çeşitli siyasi, toplumsal ve ekonomik çalışmalar gerçekleştirmeyi hem de bu alanda araştırmacı yetiştirmeyi ana görevimiz olarak belirlemiş durumdayız. Bu amaçla araştırmalar yapıyor ve onları destekliyor, genç akademisyenleri maddi ve manevi olarak yardımcı olmaya çalışıyoruz. Yine İran ve siyasetleriyle ilgili kamuoyunu doğru biçimde bilgilendirmek hedeflerimiz arasında. Bu nedenle aylık paneller, konferanslar düzenliyor, İran konulu herkese açık seminerler ve dil kursları düzenliyoruz.