Evanjelist kıyamet
Hıristiyan Siyonizm’i olarak tabir edilen Evanjelizmin kökenleri, 17. yüzyıl İngiltere’sindeki isyankâr püriten küçük burjuvaziye kadar uzanır. Bunlar, Katolik kilisesini tanımadıkları gibi İngiltere’deki yarı-Katolik Anglikan kilisesinin hâkimiyetini de kabul etmiyorlardı. Aslında ne ABD’de, ne de başka bir yerde Evanjelizm adı altında bir kilise geçmişte de yoktu, şimdi de yok. Dünya üzerindeki hiçbir kralı tanımayan bu Protestanlara göre, “gerçek kral” olan İsa-Mesih kıyametten önce geri gelecek ve Tanrı’nın dünya üzerindeki krallığının başına geçecek. Bunun için kendisine inanmayanlarla savaşacak ve hepsini yok edecek.
Evanjelik inanca göre; Tanrı’nın Evanjelik Protestan Hıristiyanlar için olan uhrevî (cennetle ilgili) ve Yahudiler için de dünyevî (yeryüzüyle ilgili) olmak üzere iki planı vardır. Tanrı’nın Yahudilerle ilgili planı gereği, Yahudiler vaat edilmiş topraklara dönüp Büyük İsrail’i kuracak ve dünyaya egemen olacaklar. Evanjelikler ise bu plana destek olacaklar ve kendileri için kurtuluş ahirette gerçekleşecektir.
Eski Ahit(Tevrat ve Zebur) ve Yeni Ahit (İncil)’ten oluşan “Kitabı Mukaddes”e göre, İsa Mesih’in yeryüzüne yeniden inebilmesi için bir takım alametlerin tamamlanması gerekmektedir. Bunlardan en önemlileri, Yahudilerin Filistin’e geri dönmeleri ve “Büyük İsrail”in kurulması… Bu amaç için 1948 yılında İsrail Devleti kurulur ve ardından 1967 yılında Kudüs ele geçirilir. Büyük İsrail’in kurulma hayali içinse, Ortadoğu’da işgal edilen topraklara bakmak yeterlidir. Hedef Ortadoğu gibi gözükse de, Evanjelik-Siyonist projeden etkilenen en önemli ülkelerden biri Türkiye. Bu sebepten, Türkiye uzun yıllar terörle meşgul edilmiş, FETÖ gibi örgütler eliyle de Evanjelik hedeflerin önü açılmaya çalışılmıştır.
ABD dış politikasında (özellikle Ortadoğu politikasını şekillendirme sürecinde) yeni muhafazakârlar, Hristiyan sağ ve Evanjelik-Siyonist ittifakının etkisi ciddi bir şekilde hissediliyor. Bu koalisyon, Arap-İsrail sorununa dair bakışları da dâhil olmak üzere dış politikada bir dizi ortak hedefe sahip. İsrail’in güvenliği, komşularına karşı üstünlüğü ve tabi ki ABD’nin Körfez petrolü üzerindeki kontrolünü pekiştirmek bu amaçların tam merkezinde yer alır.
Evanjelistlerin Trump’a verdiği destek ve Trump’ın bu destek sebebiyle Evanjelistlerin önünü açması, ABD’nin İsrail Büyükelçiliğini Kudüs’e taşıması, Yahudi işgalinin boyutlarının artmasının en büyük sebebi. Şimdi dünya, Evanjelist faşizmin hedefleri doğrultusunda büyük bir hızla kıyamete doğru sürükleniyor.
Hilafetsizlik
Hz Peygamber (s.a.v.)’in ahirete irtihali sonrasında Hz Ebubekir (r.a.)’ın Sahabe-i Kiram tarafından halife seçilmesi ile başlayan hilafet, 1517 Yavuz Sultan Selim Han ile birlikte Osmanlı’ya geçmişti. Batının milliyetçiliği kışkırtması neticesinde zayıflayan Osmanlı Devleti, 1. Cihan Harbi sonrasında yıkıldı. Sultan Vahideddin Han hazretlerinin desteği ile Anadolu’da yürütülen Milli Mücadele başarıya erişti. Ankara’da kurulan Büyük Millet Meclisi, Lozan pazarlıklarının bir neticesi olarak 1924’de “431 Sayılı Hilafetin ilgasına ve Hanedanı Osmanî’nin Türkiye Cumhuriyeti’nin Emâlikî Haricine Çıkarılmasına Dair Kanun”u ile 13 asırlık hilafet makamını imha etmişti.
Türkiye Cumhuriyeti’nin bazı kurucu unsurlarının da iştahlı arzusu ile Hasan Sabbah’ın torunlarından ve İngilizlerin adamı 3. Ağa Han’ın bir oyun olarak güya ‘Hilafeti istiyormuş’ mealindeki, İsmet İnönü’ye yazmış olduğu kışkırtıcı mektup, oyunun bir parçası olarak basına servis edilmesiyle süreç hızlandırılmıştı.
“Halife hal edilmiştir. Hilâfet, Hükümet ve Cumhuriyet mânâ ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan hilâfet makamı mülgadır” denilerek Hilafet, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM)’nin uhdesine bırakılmıştı.
Ardından oluşturulan yeni TBMM’nin neredeyse tamamı tayin yoluyla İslam’a düşmanlık eden kimselerden oluşturulmuş, İslam düşman ilan edilmiş, ulemanın kellesi bir bir alınarak imhâ edilmişti. Gertrude Bell adlı İngiliz ajanı ise bir cetvel ile çizerek Osmanlı’nın o günkü topraklarından 40 ülke çıkarmıştı. Paramparça edilerek Osmanlı toprakları üzerinde kurulan devletçiklerin başına kuklalar yerleştirilmiş, her biri bir birine düşman edilerek ümmet kendi içinde kavgalı hâle getirilmişti. O gün bu gündür hiçbir şey değişmedi. Henüz Hilafet Makamı ve bir halifeye kavuşamayan Müslümanlar, aralarında Kudüs-ü Şerif’i kurtarmak için kurdukları, bugünkü adıyla ‘İslam İşbirliği Teşkilatı’nda ortak karar almayı bile beceremez durumdadırlar. Bunca yük, 2019’un üzerine kalmıştır.
Ayasofya’nın esareti
İstanbul, Fatih Sultan Mehmed Han hazretleri tarafından 1453’de fethedildikten sonra Ayasofya Camiye çevrilmişti. Fethin en büyük nişanesi olan Ayasofya, Fatih tarafından vakfedilir. 57 pafta, 57 ada, 7. parselde Fatih Sultan Mehmed Vakfı tapulu olan külliye, 1934 yılına kadar cami hüviyetini muhafaza etmişti. Kemal Paşa’nın emri ve Bakanlar Kurulu kararı ile müzeye çevrilmiş ve 1 Şubat 1935’de müze olarak açılmıştı.
Ayasofya-i Kebir Camii Şerifi’nin nasıl müzeye çevrildiği hususunu, İngiliz gazeteci Grace Mary Ellison, ‘An Englishwoman In Angora’ adlı kitabının 244 ve 245. sayfalarında şöyle anlatır: “Ankara’da M. Kemal Paşa’ya, Papa 11. Pius’in “barış” için büyük isteğini söyledim. Paşa’ya, Hıristiyanlara karşı cömert davranışının ne olacağını sordum. Ayasofya bir Hıristiyan kilisesi olduğuna göre, Hıristiyanların ruhani lideri Papa’ya geri verilip verilmeyeceğini sûal ettim.
M. Kemal Paşa cevap verdi: “Eğer Hıristiyan kilisesinin bir tek kolu olsaydı, Ayasofya şimdi, bizim Müslüman geleneklerimizin bir parçası olmasına rağmen, bu mümkün olabilirdi. Hıristiyan kilisesi o kadar çok bölündüğüne göre bu imkânsızdır. O takdirde Ruslar, Yunanlar ve Anglikanlar bizim topraklarımızda Ayasofya için birbirleriyle dövüşmeye kışkırtılacaklardır. Ve sizin barış için öğütlediğiniz iyi davranış, sonsuz bir çatışmaya yol açacaktır. Ama yine de Hıristiyanlara dünya gözünde layık olan gururu vermek için, elimizden ne gelirse yapmaya çalışacağız ve Ayasofya’yı bir cami olarak korumakla, Katolik kilisesinin gerçekten haysiyetini incitiyorsak, onu, ya bir müzeye çevireceğiz, ya da tamamen kapatacağız. Hiç kimse bizim, bilerek Hıristiyan kilisesini incittiğimizi söyleyememelidir.” Ben de Paşa’ya Hıristiyan dinine karşı gösterdiği içten duygularından ötürü teşekkür ettim.”
Vahhabi ve neo selefilik fanatizmi
Bugün Suudi Arabistan Krallığı’nın resmi mezhebi olan Vehhâbîlik, Muhammed b. Abdulvehhâb (1703-1792)’ın fikirlerinden müteşekkil siyasi bir oluşumdur. Abdulvehhâb’ı, Hanbeli mezhebinin yenileyicisi olarak görseler de, aslında tahrif edicisi durumundadır. Abdulvehhâb ifsadına 1740’larda Müslümanların bazı görüş ve uygulamalarının ‘şirk’ olduğunu ileri sürerek başlar. Kendisine tepki yükselince, kaçarak 1745’de Dir‘iye Emîri Muhammed b. Suud’a sığınır.
Pek çok Müslümanı tekfir eden ve İslam’ın bazı uygulamalarını reddeden Vehhâbîler, İbn Suud ailesi ile akrabalık kurar. Bir buçuk asır süren mücadele 1932’de netice verir. İngilizler, Arabistan’ı Şerif Hüseyin’e vermiş olmasına rağmen, İngilizlerin oyunundan bıkan Şerif Hüseyin, şeytan İngiliz’e itiraz etmeye başlar. Bunun üzerine Abdülaziz önce Londra’ya götürülerek, sadakat yemini ettirilir. Bu sırada Suudi Arabistan’ın sözde kurucusu Abdülaziz’den el yazısı ile İngiliz ve Yahudi’ye biat ettiğine dair taahhütnâme alırlar.
Abdülaziz, kargacık burgacık el yazısı ile kaleme aldığı bu taahhütnâmede, Filistin’de veya herhangi bir yerde “Yahudi devleti” kurulmasına muvafakat ettiğinin ve hayatı boyunca İngilizlerden ayrılmayacağının sözünü verir. Güvenceyi alan İngiliz, Şerif Hüseyin’i tahttan indirip, yerine mevcut Kral Selman’ın bedevi babasını kral yapar. Bu gelişme, Vehhâbîliğin devlet olmasını sağlar. Günümüzde İran, Şiiliği ihraç etmeye çalışırken, Suud rejimi ise artık ‘Neo Selefilik’ olarak da adlandırılan Vehhâbîliğin yayılması için mücadele veriyor. İkisinin çekiş(tiril)mesi, İslam dünyasının önünde 2019’a devredilmiş fitnelerin en büyüklerinden biri olarak duruyor.
Masonik örgütlenmeler
Temelleri Yahudi Kabalizmine dayanan masonluğun tarihi de kendileri gibi karanlıktır. Siyon örgütünün bir alt teşkilatı olan masonluk son 4 asırdır önemli bir gelişme göstererek etkinlik alanını genişletir. 18. asırda Fransa’yı ele geçirirler. Lions, Rotary gibi masonluğa eleman yetiştiren alt örgütleri teşekkül ettirirler. Son yıllarda bazı sırları ifşa olmuş gibi gösterilse de, gizliliklerini önemli ölçüde sürdürmektedirler.
Sultan Abdulhamid Han hazretlerinin azl kararını tebliğe giden dört gayrimüslimden biri, Selanik Yahudilerinden, Jön Türk üyesi, avukat Emanuel Carassu’dur. Osmanlı’nın yıkılışında etkin rol oynayan masonların önemli elemanlarından biri olan Carrasu, Makedonya Risorta Masonik Locası’nın kurucu üyesi ve başkanıdır. Türkiye’deki güçleri zayıflamış gibi sunularak gizlenmeye çalışılan masonların finans, tıp, enerji, sivil ve askerî bürokrasi, üniversiteler ve medya gibi alanlar en önemli etkinlik sahalarıdır.
Çok azı 66. dereceye erişebildiğinden masonluğun genellikle 33. Derece ile sınırlı olduğu zannedilir. Her ne kadar dernekler mevzuatı çerçevesinde faaliyet gösterseler de, dünyanın her yerinde olduğu gibi ülkemizde de faaliyet ve isminin ifşa olmasından çekinilen kişilerle ilgili bilinmeyen örgütlenme biçimlerini sürdürürler. Bu yüzden ifşâ olmuş olanlarının yanı sıra resmi defterlere kayıtları yapılmayan çok miktarda gizli üyeleri de vardır.
Son dönemin etkin siyasi liderlerinden Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Kasım Gülek gibi FETÖ lideri F. Gülen de masondur. 20. asırda pek çok dinî şahsiyetin de mason olduğunu düşündüğümüzde, bu karanlık örgütlenme biçimine karşı özellikle Türkiye’nin daha da dikkatli olması gerekiyor. En tehlikeli güç, küçümsenen yapılardır.
Müslümanların dünyevileşmesi
Tanzimat’la başlayan batılılaşmanın Cumhuriyetle birlikte bir nevi cebrîleşmesi, toplumun töre ve dinle olan bağını zayıflattığı biliniyordu. Zamanla tüm dünyayı etkisi altına alan modernizmin, Müslümanları da fazlasıyla etkisi altına aldığı görüldü. Müslümanların özellikle de zenginleşen kesimleri, kendilerine ait hayat tasavvurlarını ve değer yargılarını kaybettiler.
İslam ülkelerinin geneline baktığımızda, dünyevileşmenin büyük bir hızla arttığını görmek mümkün. Türkiye’nin de yüzde 99’u Müslüman dense de, yapılan anketler ve saha çalışmaları günlük ibadetlerini yerine getirenlerin nispetinin sadece yüzde onlarda kaldığını gösteriyor.
Dünyevileşme sadece ibadetler açısından değil, faiz gibi İslam’ın nehyettiği haramların da pek çok Müslüman tarafından rahatlıkla alınıp verilir hâle gelindiğini gösterdi. Kılık kıyafetten yiyip içmeye, şahsi tercihlerden düğünlere, aile kurma biçimlerinden ev hayatına, toprakla irtibattan çocuk sayısına, eğitim hayatından bilime, ilahiyat çevrelerinden mühendisliklere, şehirleşmeden medeniyet tasavvuruna, çevreden insan yetiştirme biçimlerine kadar her alanda modernitenin, dolayısıyla da dünyevileşmenin esiri olduğu artık bir sır değil.
Müslümanların dünyanın geçiciliği gerçeğinin yerine kalıcılığı koyarak, daha fazla kazanma hırsı içinde, helâl-haram kavramlarını unutmuş oldukları acı bir gerçek. Fâni olarak bilinmesi gereken dünya, artık yerleşilmesi gereken bir yer olarak algılanıyor. Sonuçta Müslümanlar sanki ahiret yokmuş gibi davranmaya başladılar. ‘Yarın ölecekmiş gibi ahiret, hiç ölmeyecekmiş gibi dünya hayatına çalış’ düsturunun yalnızca son kısmını alan Müslümanlar, yapıp ettiklerine mazereti de yine dinin hükümlerini eğip bükerek buluyorlar.
Lüks ve israf içinde bir hayat sürerken, yanı başlarındaki ihtiyaç sahiplerini göremiyorlar. Karz-ı hasen, infak, sadaka, zekât, borç verme ve yardımlaşma gibi değerler neredeyse rafa kaldırılmış durumda. Âhlakî bağlamda da dünyevileşmenin etkilerini görmek mümkün. Önceden günah ya da ayıp kavramının karşılığı olan davranışlar bugün Müslümanlar arasında bile normalleşti. Kendisini dindar olarak tanımlayan insanların sayısında artış var gibi gözükse de, din gündelik olarak Müslümanların hayatında pek de yer bulamıyor.
Budist soykırımı
Yeryüzünde nüfusunun yüzde 70’den fazlası Budist öğretiye sahip olan beş ülke var. Bunlar Tayland, Kamboçya, Myanmar, Butan ve Sri Lanka. Bu beş ülkenin de kendi tarihleri boyunca Müslüman azınlıklarla ciddi sorunları oldu. Müslümanlara yönelik şiddet kiminde gizli, kiminde alenen hâlen yaşanmaya devam ediyor.
Dünya kamuoyuna “barış dini” olarak pazarlanan Budizm’in gerçek yüzünü buralarda özellikle de Mymmar’da herkes görüyor. En az bilinen Butan’dan başlarsak, Himalaya dağlarının ülkesinde Müslümanların nispeti bir vakitler yüzde 5’i bulurken, bugün bu sayı neredeyse sıfıra inmiş durumda. Budist yönetim ve halkın ağır zulmünden bıkan Müslümanlar ülkeden göç etmek zorunda bırakıldı.
Tayland Müslümanlarının çoğunluğunu oluşturan Malaylar ise ikinci sınıf vatandaş statüsünde. Zaman zaman Budistlerin tahrikiyle ülkede şiddet hadiseleri yaşanıyor. Kamboçya Müslümanları tarihin en büyük katliamlarından birine maruz kaldı. 1975-1979 yılları arasında ülkeyi yöneten ve büyük katliamlara imza atan Kızıl Kmerler’in kurbanları arasında 300 bin Müslümanı ayrıca yâd etmek büyük bir vecibe.
Myanmar ve Sri Lanka ise Budist vahşetin günümüzde en belirgin iki yüzünü temsil ediyor. 2017 Ağustos’undan bu yana 1 milyonu aşkın Müslüman’ın yaşadığı Arakan’da neredeyse hiç Müslüman kalmadı. Binlerce insan kadın, çocuk, yaşlı demeden vahşice katledildi. Evlerini terk eden 900 bin kişi Bangladeş’e kaçarken, 100 bin kişi BM şemsiyesi altındaki kamplara sığındı. Arakanlı Müslümanların yaşadığı etnik temizliğin 1 yıl aradan sonra “soykırım” olarak nitelenmesi yaşanan trajediyi daha da katmerliyor.
Sri Lanka Budistlerinin Myanmar’ı örnek alarak ülkedeki Müslümanlar üzerinde soykırım denemeleri yapma girişimiyse gözden kaçmıyor. 2019 yılında bir gözünüz hep Budistlerin üzerinde olsun!
İran’ın mezhepçiliği
Yemenli Yahudi bir kadının oğlu olan İbn-i Sebe, Müslüman olduğunu ileri sürerek Müslümanların arasına karışır. Daha ilk günlerden itibaren Müslüman beldelerde sapık fikirler yaymaya başlar. Önce Hicaz’da, sonra Basra, Kûfe, Dımaşk ve Mısır’da ifsad edici fikirlerini yayar.
‘İnsanların, İsâ’nın döneceğine inandıkları halde Muhammed’in döneceğini kabul etmemeleri şaşılacak şeydir. Binaenaleyh dünyaya yeniden dönmeye Muhammed, Îsâ’dan daha lâyıktır’ der. Her peygamberin bir vasisinin olduğunu, Muhammed (a.s.)’ın vasisinin de Ali (k.v.) olduğunu ileri sürer. Hz Ebûbekir (r.a.) ve Hz Ömer (r.a.)’ı hilafetin işgalcisi ilan edip, Hz Ali (k.v.)’nin hakkını gasp etmekle itham eder. Hz Osman (r.a.)’ın da, ilk iki halifenin yolundan gittiği için ‘zulme’ ortak olduğu fitnesini yayar. Yalan ve iftiralarının şiddetini artıran bu Yahudi, tıpkı Yahudi Pavlus’un Hz İsa (a.s.)’yı ilahlaştırdığı gibi, Hz Ali (k.v.)’nin de (hâşâ) ‘ilâh’ olduğunu ileri sürer.
Bu münafığın fitneleri birbirini izler. “Sen ilahsın” deyince Hz Ali’de, İbn-i Sebe ve adamları ile mücadeleye girişir. Bir bölümünü öldürtür. M.661’de ise, o zamanlar ‘Râfıza’ ve bugün ‘Şîa’ denilen hizip ortaya çıkmaya başlar. Daha çok Irak’ta yayılan Şia, Safevi Şah İsmail ile birlikte İran’ın mezhebi olmaya başlar.
1979’da Humeyni liderliğinde yaşanan devrim sonrasında anayasaya “İran bir Şii devleti”dir diye yazılır. İran rejimini ihraç etmek, yani başka insanları Şiileştirmek, başka ülkelerin rejimlerini İran rejimine dönüştürmek, İran anayasasının en asli unsuru haline gelir. Irak’ın işgalinde ABD’ye yardım eder, tıpkı Suriye rejiminin katliamlarına ortaklık ettiği gibi. Bununla yetinmeyen İran rejimi, Müslümanları Şiileştirmek için var gücüyle çalışıyor. Yemen, Bahreyn, Suriye ve Umman’da olup bitenler bunun en büyük delili. Suudi rejiminin Vehhâbîlik ihracı ile İran’ın Şiilik ihracı arasında hiçbir fark yok ve bu mesele de gelecekte hep gündemimizde olmayı sürdürecek.
Tarihselcilik Modası
Sünnet karşıtlığından sonra şimdi de ‘tarihselcilik’ modası ile yüz yüzeyiz. Tarihselcilik, 19. asır felsefecilerinden Hegel ile başlamış bir hezeyanın adıdır. Max Weber, Rönesanscıların eski Yunan’ın putlarını hortlattığını söylemişti. Günümüz ilahiyatçılarının bazıları da, Kur’an-ı Kerim’in bazı hükümlerinin tarihte kaldığını, yani bugün geçerli olmadığını iddia ediyorlar. İddia etmekle de kalmayıp, bazı Ayet-i Kerime hatta surelerin Kur’an-ı Kerim’den çıkarılmasını isteyecek kadar ileri gidiyorlar.
Batının müşrik ve münkir aklının şaşı bakışının en canlı temsilcilerinden olan Hegel’in tarihselciliği, tabiatı Allah’ın yerine koyar. Türkiye’de Kur’an-ı Kerim üzerinden yürüyen tarihselcilik tartışması ise bu pozitivist aklın bir neticesi olup, Hegel’in müşrik ve tarihçi aklının bir tezahürüdür. Meselenin sinsi yönü ise, inkârlarını açık etmeden Ehli Sünnet kisvesi adı altında yapmalarıdır. İslam’ı tahrif ve Müslümanları ifsat faaliyetlerini de ‘fikir özgürlüğü’ kılıfına sokarak yapmaları fitnenin bir başka veçhesi. 2018’in son günlerinde iyice alevlenen bu tartışmanın 2019’da şiddetleneceği şimdiden belli.
Sünnet düşmanlığı
“Kur’an bize yeter, Hadis-i Şeriflere gerek yok” diyen ve sıkıştıklarında da Hadis-i Şeriflere sığınan güruhun, 20. asırdaki lideri Mısırlı Ebu Reyye’dir. Son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.)’in tahriç edilerek kesinliği ispat edilmiş sahih sözlerine ‘Hadis-i Şerif’ denilir. Sünnet-i Seniyye ise bizatihi kendisinin yaptığı, tavsiye ettiği, emrettiği ve nehyetmediği fiillerdir.
Sünnet düşmanları, Hz Peygamber’i “postacı” seviyesine indirerek hem kendilerine, hem de İslam’a büyük kötülük ediyorlar. Oryantalistlerden hiçbir farkları kalmayan bu zihniyetin mensupları, sıradan bir kimseye bile söylemenin ahlakî olmadığı sözleri, çok hadis rivayet eden Sahabe-i Kiram’ın seçkinleri için söylüyorlar.
Peygamber Efendimizin Kur’an-ı Kerim’i tefsir edişine itiraz edenler, kıt akıllarıyla kendileri Kur’an-ı Kerim’den hüküm çıkarmaktan geri durmuyorlar. FETÖ’nün boşalttığı alanı doldurmak için karanlık efendilerine göz kırpan bu kimselerin, vahyin berraklığına gölge düşürme faaliyetlerinin önümüzdeki yıl ve sonrasında da gündemleri meşgul etmeyi sürdüreceği kesin.
Betona teslim edilen şehirler
Elektrik ve endüstrileşmenin hayatımızı istilası ile birlikte makine, çelik, yapı gibi sanayi dalları da ilerleme kaydetti. Daha yüksek binalar yapmaya imkân doğdu. Betonun çekiciliğine kapılan insanımız, dağ başında tabiatla iç içe evlerini bile çirkin beton yapılara çevirmeye başladı.
Medeniyetimizde faniliği sembolize eden ahşap evler, iki ya da üç kattan oluşan konaklar, zamanla yerini önce gecekondulara bıraktı. Gecekondular da giderek apartmanlara evrildi. Şehirlerimiz beton yığınlarına teslim olurken, kimlikleri ve kişiliklerini de kaybettiler. Birlikte yaşadığımız diğer canlılara saygı anlayışı, paylaşma kültürü de giderek yok oldu.
Cami, mescid ekseninde inşâ edilen, kuşlar için bile özel evlerin yapıldığı şehirlerin yerini, ruhsuz beton yığınları aldı. Böylece toprakla, yeşille, ağaçla olan bağlantımız kesildi. Çocuklarımız sokaklarda koşup oynamak yerine, beton binaların küçük odalarında bilgisayar ve tabletlere mahkûm bir halde yaşamaya çalışıyor. Tabiatla, gerçekle, yeşille ve güzelle bağımız koptu, plastik, sentetik ve zararlı olan hayatın merkezine yerleşti.
Tüm bunlar insanoğluna sevgi, hoşgörü, hürmet, muhabbet, yardımlaşma, şefkat, sahavet, sohbet, yârenlik, ikram, izzet, ferahlık, neşe, sevinç, sürur, huzur, sükûnet, gönül rahatlığı, iç huzuru, keyif, sıhhat, afiyet diye uzayıp giden nimetleri alıp götürürken; yerine endîşe, gam, üzüntü, keder, korku, tasa, kasvet, kasâvet, gerginlik, fizikî ve rûhî çöküntü ve nihayetinde hastalığı yerleştirdi. (Bu arada kadim Türkçemizin zenginliğini de fark etmişsinizdir)
Beton bloklar, mahalle kültürü ve komşuluğu yok etmekle kalmadı, birbirimizle irtibatımızı imha ederek yalnızlaştırdı da. Selam sabah bitti, homurtu hâkim oldu, her yeri suratı asıklar kapladı. Netice de komşusunu yolda görse tanımayan bir toplum haline geldik. Sosyalleşme ihtiyacımızı komşumuzla iki çift laf etmek yerine, ekranların karşısında gidermeye çalışan, yanındaki insanla konuşmak yerine sosyal medyada ağzına geleni yazan insanlar haline geldik.
Dikey mimarî yerine yatay mimari sözleri de artık inandırıcı gelmiyor bunca ranta alışmış topluma. Küçücük bir araziden koca bir kasabanın yaşadığı mekânlar var etme peşinde müteahhitlerimiz. Beton çağının asık suratlıları için artık tek şey para.
Batılılaşma ruhumuzu yıkıyor
Batılılaşma bedbahtlığı yeni bir hikâye değil. 18. asır Osmanlısında başlayan ve 19. yüzyılda kendini iyiden iyiye gösteren batılılaşma hareketleri, Cumhuriyetle birlikte resmi idelojinin dayatması halini aldı. Batılı olacak ve gavura benzeyecektik. Benzemeliydik ve İslam’dan sıyrılmalıydık. Bunun için alfabemiz, kılık kıyafetimiz değiştirildi. Hukukumuz ve Hilafet ilga edildi. Kur’an-ı Kerim yasaklandı. Türkçe imha edildi, ezan Türkçeleştirildi. Hatta İncil’e benzer dört adet ‘Kur’an’ çalışması bile yaptırıldı. Kabul edilim önemli ölçüde başarılı da oldular!
Batılı gibi olamamamızın faturası hep İslam’a kesiliyordu. Batıl kafalı sözde münevverler buna inan(dırıl)mıştı. Batıya benzersek eski haşmetli dönemlere geri dönebilirdik. Hatta ‘batının ahlakı bırakıp fenni alalım’ diyen İslamcılar çıktı aramzıdan. Onların fark edemedikleri şey ise batının fenninin içine kendi ruhunu da üflemesiydi. Batının fennini alalım derken ruhunu da alarak onlara benzedik. Neticesinde batılılaştık ama gelişmedik, güçlenmedik.
Faiz hayatımızı istila etti, haramla imtihanımız artarak büyüyor. Liberalleşme ve serbest piyasa denilen seküler unsurların gayri ahlakiliği hak ve adalet mefhumlarını yerle bir etmiş durumda. Batılılaşmanın bir başka cehpesi ise tüketimi hızlandırmak. Batıda meydana çıkan tüketim çılgınlığına uymakta batılı olmak mânâsına geldiği için biz de eksiksiz batılılaşmış olduk. Artık her şartta batılıyız, onlar bizi kendilerinden saymasa bile.
Neticede şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, “Kim kime benzerse o ondandır” Hadis-i Şerif’inin hakikatini yaşayarak öğrendik.
Dinlere karşı savaş
Din gerçeği insanlık tarihi boyunca toplumların hayatında önemli bir yer tutmuştur. Dinin beyanlarına karşı ilk büyük muhalefet şüphesiz insanın kendi nefsinden gelmişse de, en büyük tavır batı dünyasından yükselmiştir. Rönesans ve reform hareketleri, aydınlanma düşüncesi, meydana gelen değişimin en önemli nedenlerindendir.
Aydınlanma düşüncesinin ardından 19. yüzyılda pozitivizmin ortaya çıkmasıyla, dine ve Tanrı’ya yöneltilen eleştiriler zirveye ulaşmıştır. Dinin insanlar üzerindeki etkisi, eski önemini kaybetmiş, bilimsel araştırmalar sonucu elde edilen verilere âdeta tapınılır hâle gelinmiştir. Dinden uzaklaşan insan, zamanla Allah ile insan arasındaki ilişkiyi koparan ‘deizme’, hatta Allah inancını tamamen reddeden ‘ateizme’ yönelmiştir.
Allah’ın varlığının ispatlanması için vahye, peygambere ve mucizelere ihtiyaç olmadığını savunan deizmin iki temel hareket noktası vardır: Birincisi, Allah’ın varlığı akılla bilinebilir; ikincisi ise kâinat yaratıldıktan sonra kendi yasalarına göre işler. Bu yüzden artık yaratıcının tabiata ve insana müdahale etmesine gerek yoktur. Büyük ölçüde batı kaynaklı bir dinî akım ve musibet olarak görülen deizm, esas itibariyle Avrupa rasyonalistlerinin Hıristiyanlığın teslis ve ilk günah gibi akıl dışı kabul edilen temelsiz inancına karşı doğmuştur.
İslam dünyasında yayılan din karşıtı düşüncelere baktığımızda, günümüzde maalesef dinî bilgisi yetersiz olan insanlar, özellikle de gençler arasında, Kur’an, sahih sünnet ve akıl gibi dinin temel kaynaklarından uzaklaşma neticesinde deizm ve ateizme ilgi artıyor. Elbette bu iddia edildiği kadar yüksek sayıda değil ama bir gerçek.
Dini hayattan çıkartmak anlamına gelen deist görüşlere artan ilginin bir diğer sebebi ise, çeşitli yanlış ve çarpık din anlayışlarına ve uygulamalarına karşı duyulan tepki. Önümüzdeki yıllarda bu ilgi ve dinlere karşı savaş artarak devam edecek. Bunda yabancı dizilerin gençleri etkisi altına alması ve batı kültürünü dikte etmesinin etkisi hiç tartışmasız ki çok büyük olacak.