Nihayet burada söylenmesi gereken “Allah yolunda” olanların, nefis terbiyesi yoluyla, ‘ego’larının tahakkümünden kurtulduklarıdır. “Yolda” olmak da, böylelikle mümkündür. Burada Hz. İsmail’in yerine kurban edilen ‘Koç’u, aynı zamanda burçlar kuşağının ilki olan koç burcu ile irtibatlı düşünmek, herhalde ilgisiz değildir. Koç Burcu’nun öncelikle ego’yu, benliği ifade ettiğini de, birlikte düşünmek gerekir. Belki de buradan, göçebe olanların, yani “yolda” olanların, yani “Allah yolunda” olanların, zâhiri olarak koç kurban ederek, bâtıni olarak da, nefis terbiyesi yoluyla, ‘ego’larının tahakkümünden kurtularak, Allah indinde makbul olduklarını anlamak, manadan çok uzak bir yorum, olmamalıdır.
Tarihin muhtelif dönemlerinde, insan kurban etme ayinleri görülür. Bunu, insanlığın ‘ilahi olandan’ uzaklaşmasının, uç noktadaki tezahürlerinden biri olarak görmek mümkündür. Hz. İbrahim ve Hz. İsmail kıssası bize bu -çeşitli yorumlarıyla beraber- ‘ insan kurban etme’ eyleminin olmazlığını, yasaklanmasını anlatır.
Eski çağlarda insan kurban edilmesi, bir nevi temizlenme ve sihir vasıtasıydı. Ailenin ilk çocuğu Tanrı’ya aitti ve ona kurban edilmesi gerekiyordu. Mısırlılar köpek başlı olarak tasvir ettikleri insanlara “Âni” diyorlar ve onları “Ay Tanrısı”na kurban olarak sunuyorlardı.
Fenikelilerin inancına göre tanrılar her şeyin ilkini isterler, ilk doğan erkek çocuğun istenmesi de buradan kaynaklanmaktadır. İnsan kurbanının önlenmesi ilk dönemlerde çok zor olmuştur. Mısır ve Atina’da belli törenlerle insanlar da kurban edilmekteydi.
Eski Mezopotamya kültürlerinde Fenikelilerde, bazı Kızılderili topluluklarda, eski Yunan kültüründe, Doğu Afrika yerlilerinde ve eski Ruslarda görülmüş olan çocuk kurbanları dikkat çekicidir. İlk çocuk tanrının hakkı sayılıp boğazlanarak kanındaki enerji sunulurdu.
Cahiliye dönemi Arapları’nda da insan kurbanı adetinin devam ettiği kaydedilmektedir. Cahiliye devri Arapları’nın Sabah Yıldızı’na daha doğmadan büyük bir acele ile insan ve beyaz deve kurban ettikleri söylenmektedir.
Hz Peygamber (a.s.)’in dedesi Hz. Abdülmuttalib, Zemzem kuyusunun kazılması sırasında Kureyşlilerin kendisine çıkarttıkları zorluklar sebebiyle, eğer on tane oğlu olursa ve bunlar kendilerini koruyacak yaşa gelirlerse içlerinden birisini Kâbe’nin yanında Allah için kurban etmeyi adar. Burada Zemzem’in Hz. Hacer ve Hz. İsmail ile irtibatını da, hatırlamak gerekir.
Abdülmuttalib’in isteği gerçekleşince, adağını yerine getirmek ister. Oğulları arasında çektiği kura Hz. Abdullah’a çıkar. Ancak bunun âdet haline gelmesinden çekinen Kureyşliler, engel olurlar. Bunun üzerine Abdulmuttalib bilge bir kişiye müracaat eder.
Bilge: ‘Sizde kan bedeli nedir’ diye sorar. On deve olduğunu söylerler. “Memleketinize dönün ve kurban edeceğiniz adamı bir tarafa, on deveyi de bir tarafa koyun ve aralarında kura çekin. Ok adamın aleyhine çıkarsa, on deve daha ekleyin ve tekrar kura çekin. Kura develere çıkıncaya kadar develeri artırın. Develeri kurban edip adamı salıverin” der. 100 deveye varıncaya kadar oklar Hz. Abdullah’ı gösterdi. Daha sonra kura develere çıkar ve kefaret olarak bu 100 deve kurban edilir.
HAYVAN KURBANIN İKİNCİ TEYİDİ
İşte bu, insan kurbanının olmazlığının, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’den sonra ikinci defa, teyidi ve tekidi, Peygamberimizin dedesi ve babası, Hz. Abdülmuttalib ve Hz. Abdullah üzerinden olur. Bu ve başka sebeplerden, Peygamberimizin dedesi ve babası ve validelerini, pagan inançları çerçevesinde değerlendirmek, asla doğru değil.
Arapça’da gerek maddî gerekse mânevi her türlü yakınlığı ifade eden kurbân kelimesi, özel olarak da Allah’a yakınlık sağlamak (kurbet), yani ibadet amacıyla belli vakitte belirli cinsten hayvanları kesmeyi ve bu amaçla kesilen hayvanı ifade eder. Kurban bütün dinlerin ana temalarından biridir.
Latince kökenli Batı dillerinde kurban karşılığı kullanılan ‘sacriflce’ kökünde “kutsamak, bir nesnenin tanrıya sunularak kutsal hale getirilmesi”, offering de “tanrıya hediye sunma, takdime” anlamını taşır.
EN GÜZELİ DAİMA YOLDA OLMAK
Hz. Âdem AS’ın iki oğlunun hikâyesi, Habil ve Kabil kıssası, diğer birçok hikmetinin yanı sıra, insanlık tarihinin sembolik bir anlatımıdır. İnsanlığın en temel bölümlenmesi, göçebeler ile yerleşik olanlar arasındaki ayırımdır. Hz. Adem’in iki oğlu Habil ve Kabil, Allah’ın kendilerinden armağan istemesi üzerine, O’na armağan verirler.
Allah’ü Teâlâ’ya hediye olarak bitki sunan Kabil, yerleşik toplumların, hediye olarak hayvan kurban eden Habil ise çoban-göçebe toplumların atası gibidir. Habil’in daha fedakâr oluşu ve onun armağanının kabulü, göçebe olanların, yani “yolda” olanların, yani “Allah yolunda” olanların, Allah indinde makbul olduğu şeklinde de anlaşılabilir.
Kısa da olsa, orta Asya Turani geleneğinin, özellikle Türklerin, tarih içinde oynadıkları pozitif rolün, göçebelikle irtibatına, işaret etmek yerinde olur. Toprağa bağımlı olmamak, fütuhat neticesi elde edilen yerlerde başkalarının varolma hakkını ve adaletle hükmetmeyi, sağlamış olmalıdır. Ayrıca İslam’ın tasavvufi yönüne bağlanmayı ve onu geliştirmeyi, sağlamış olmalıdır. Ve burada Orta-Asya’dan Anadolu’ya, ozan âşık abdal geleneğinin son temsilcilerinden, merhum Neşet Ertaş’ın da, bu göçebeliğin pozitif yönüyle irtibatlı olduğunu söylemek, çok konu harici değildir.
KURBAN: ALLAH YOLUNDA OLMAKTIR
Nihayet burada söylenmesi gereken “Allah yolunda” olanların, nefis terbiyesi yoluyla, ‘ego’larının tahakkümünden kurtulduklarıdır. “Yolda” olmak da, böylelikle mümkündür. Burada Hz. İsmail’in yerine kurban edilen ‘Koç’u, aynı zamanda burçlar kuşağının ilki olan koç burcu ile irtibatlı düşünmek, herhalde ilgisiz değildir. Koç Burcu’nun öncelikle ego’yu, benliği ifade ettiğini de, birlikte düşünmek gerekir.
Belki de buradan, göçebe olanların, yani “yolda” olanların, yani “Allah yolunda” olanların, zâhiri olarak koç kurban ederek, bâtıni olarak da, nefis terbiyesi yoluyla, ‘ego’larının tahakkümünden kurtularak, Allah indinde makbul olduklarını anlamak, manadan çok uzak bir yorum, olmamalıdır.
Kurban üzerine yazdığı bir risalede Ömer Nasûhi Bilmen “Kendi zevkleri uğrunda hergün binlerce hayvanatın kesilmesini çok görmeyenlerin, senede bir defa Allah rızâsı için bir kısım hayvanların fukara menfaatine olarak kurban nâmıyla kesilmesini çok görmeleri, doğrusu büyük bir düşüncesizliktir. Velhasıl Kurbanın meş’rû’iyyeti; dînî, ahlâki, içtimâi bir takım hikmetlere, maslahatlara müstenittir. Bunu takdir etmiyecek bir akıl sâhibi tasavvur olunamaz” diye yazar.
Son asırda kurban ibadetine bu türden yaklaşımlarda hep bulunulmuştur. Bir yanda “ne bu hayvan katliamı” gibisinden laflar sürekli duyulmuştur. 19. Pozitivizminden mülhem bir anlayışla ve çoğu kez bilinen süzme cehaletle geleneği ve dini ritüelleri ele almak, tavır ve tutum belirlemek, Tanzimat’tan beri memleketimizde yaygın bir anlayıştır. Bu geleneği ve dini ritüelleri bazen red, bazen yoksayma, bazen de istihza ile ele almak, tavır ve tutum belirlemek şeklinde kendini göstermektedir. Tüm bunlar Türkiye modernleşmesinin alametlerinden bazıları olarak gözükmektedir.