23 ile 26 Mayıs tarihlerinde yapılan AB seçimlerinde beş yıl görev yapacak olan 751 milletvekili belirlendi. 1979 yılından bu yana AB seçimlerine katılım oranı sürekli düşüş gösterirken, Avrupa genelinde 427 Milyon seçmenin %51’inin sandığa gitmesiyle son 25 yılın en yüksek katılım oranına ulaşıldı. AB’nin en fazla nüfuslu ülkesi olan Almanya’da bu oran yüzde 48’den yüzde 62’ye çıktı. Genel seçimlerdeki yüzde 76,2 katılım oranı göz önünde bulundurulduğunda, seçmenin AB siyasetinin önemini yeniden keşfettiği görülüyor.
İslam düşmanlığı arttığı noktada Türkiye’nin AB müzakere sürecine olan tepkilerde artış gözlemleniyor. 26 Mayıs seçimlerinde Hristiyan demokratlardan libarellere, milliyetçilerden İslam düşmanı partilere kadar hepsi seçim kampanyasında Türkiye’nin AB üyeliğini engelleyeceklerini vaat etti.
Son yıllarda Avrupa içerisinde artan bölünmüşlük, merkez sağ ve merkez sol partilerin her seçimde biraz daha fazla güç kaybetmesine yol açıyor. Merkez sağ parti grubu EPP’nin oylarını yüzde 29,4’den yüzde 23,8’e, merkez sol parti grubu S&D’nin ise yüzde 25,4’den yüzde 20,4’e düşmesi merkez partilerin içerisinde bulunduğu kimlik bunalımının ve seçmen güvensizliğinin tezahürü. Uzun yıllar sonra ilk defa sosyal demokratlar ve Hristiyan demokratlar birlikte parlamento çoğunluğunu oluşturamayacak. Her ne kadar liberallerin oylarını yüzde 8,9’dan yüzde 13,6’ya ve yeşiller yüzde 6,7’den yüzde 9,5’e arttırması teselli olarak görülse de, seçimlerin asıl kazananı ırkçı ve milliyetçi parti grupları ECR, ENF ve EFDD.
AB’ye kuşkulu bakan, ırkçılık ve İslam düşmanlığı ile oy kazanan bu partiler yüzde 23,3 oy oranı ve 175 parlamenter ile Avrupa’nın yok sayamayacağı güce dönüştü. Parlamento içerisinde ortaya çıkan güç dengesi sonrası Almanya Şansölyesi Merkel’in değerlendirmesi, AB’nin işlevselliğini koruyabilmek için siyasi partilerin birbirinin yüzüne bakabilecek düzeyde siyaset yapmasının gerekliliği vurgusu oldu. 2019-2024 dönemi AB siyaseti adına oldukça zor bir dönem olacak.
IRKÇI İDEOLOJİLER GÖRMEZDEN GELİNDİ
Avrupa’da ırkçı ve ayrılıkçı gruplar yeni oluşmadı. Her ne kadar Avrupa kamuoyunda ırkçı partilerin son yıllarda batı ve orta Avrupa ülkelerinde hızla güç kazanması şaşkınlık ile karşılansa da gerçek olan 90’lardan bu yana kendini gösteren ırkçı ideolojinin küçümsenerek görmezden gelindiği. 1991’de Almanya Hoyerswerda’da naziler mültecilerin evlerini kundakladığında siyasetçiler duyarsız kaldı, Ağustos 1992’de Rostock’da yine mülteciler ve yabancılar sokaklarda kovalandı ve saldırı altında kaldı.
Sadece birkaç ay sonra Mölln’de üç Türk vatandaşı kundaklanan evinde yanarak can verdi. Ardından 29 Mayıs 1993’de Solingen’de Genç ailesinin yaşadığı bina kundaklandı, 17 Türk yaralandı, beş çocuk yanarak can verdi. Tüm bu olaylar polis ve istihbarat tarafından samimiyetle soruşturulsaydı 2000-2007 arasında 8’i Türk, toplam on insan ırkçı cinayete kurban gitmezdi.
SEÇİM VAADLERİ TÜRKİYE’Yİ ENGELLEMEK
Fransa, İtalya, Almanya’da güç kazanan ırkçı siyasi partilerin toplumsal kök salma süreci 90’lardan beri devam ediyor. Çok kez iddia edildiği gibi Avrupa’da ırkçılık 2015 mülteci göç dalgası ile başlamadı. Irkçılık ve yabancı düşmanlığı son 25 yıldır siyaset-polis/istihbarat örgütleri-medya ilişkisi içerisinde büyütülen bir gerçek. Yeni ırkçılar oyunu kurallarına göre oynuyor. Demokrasi içerisinde, temel hakları araçsallaştırarak yıkıcı nefret siyasetini toplumun her kesimine yayıyor. Mülteci karşıtı sokak gösterileri ile başlayan tepkiler kısa sürede kurumsallaşarak siyasi partiler, düşünce kuruluşları, yayınevleri, gazeteleri ortaya çıkardı. Paradoks oluşturan ise, AB içinde entegrasyona karşı olan ve AB’ye kuşku ile bakan bu ırkçı partilerin AB genelinde birbirleri ile entegre hareket edebilme ve ortak siyasi hedef belirleyebilme yeteneğine sahip olmaları.
AB ülkelerinde ulusal parlamentolarda başarı elde eden ırkçı partiler merkez sağ ve merkez sol siyasi gündemini de dönüştürdü. Irkçılara oy kaptırma endişesi şahsî hak ve özgürlükleri gözeten liberal politikalardan taviz vermeyi de beraberinde getirdi. İslam düşmanlığı arttığı noktada Türkiye’nin AB müzakere sürecine olan tepkilerde artış gözlemleniyor. 26 Mayıs seçimlerinde Hristiyan demokratlardan libarellere, milliyetçilerden İslam düşmanı partilere kadar hepsi seçim kampanyasında Türkiye’nin AB üyeliğini engelleyeceklerini vaat etti.
REFAH KAYBI IRKÇILIĞA YÖNLENDİRİYOR
Avrupalı seçmenlerin çözüm beklediği konulara yakından bakmakta fayda var. Fransa’da sarı yeleklilerin talepleri, İngiltere’de ekonomik istikrar temelinde brexit tartışmaları, AB genelinde 22 ülkede olan asgari ücrette AB standardının oluşturulması tartışmaları Avrupalıların gelecek endişesi ve refah kaybı korkusu ile doğrudan ilgili. Her ne kadar AB’nin hedefi birlik ülkelerinin ekonomilerini ve kurumsal kapasitelerini birbirine yaklaştırmak olsa da son yıllarda ülkeler arası iktisadi fark ve zengin ile yoksul arasında gelir dağılımındaki fark artarak açılıyor. Uygulanan ekonomi ve sosyal politikalar ile toplumsal refah seviyesinin arttırılamamış olması seçmenin merkez partilere olan öfkesini arttırıyor. AB toplumlarındaki refah kaybı Avrupalıları ırkçılığa yönlendiriyor.
Her ne kadar Batı Avrupa ülkelerinde, özellikle de Almanya’da son 25 yılın en düşük işsizlik oranlarına ulaşılmış olsa da Fransa, İtalya, İspanya ve Yunanistan gibi ülkelerde yüzde 20 ile yüzde 40 arasında genç işsizlik sorunu var. Seçmenin gelecek endişesi marjinal partilerin suistimal ettiği konuların başında geliyor. Bu noktada Almanya için ayrı parantez açmak gerekiyor.
Almanya’da artan ırkçılığın temelinde ekonomik sebeplerden çok ideolojik refleksler yatıyor. Irkçılık ve ayrımcılığın güçlü kurumsal altyapısının olduğu Almanya’da Nazi Almanya’sının özlemini çektiğini farklı ifadelerle kamuoyu ile paylaşan AfD, Almanya’nın doğusunda yer yer yüzde 30’ları aşan oy oranları alıyor. Diğer AB ülkelerinden daha kontrollü ancak bir o kadar daha sinsi ve istikrarlı yükselen Alman nazizmi hem Avrupa’yı, hem de Almanya’da yaşayan Türklerin ve Müslümanların huzurunu ve güvenliğini doğrudan tehdit ediyor.
Yeşiller’in AB genelinde güçlenmesi özellikle genç seçmenin çevre ve iklim değişikliği konusunda beklentileri olduğunu gösteriyor. AB liderlerinin ve merkez partilerin çevre ve küresel ısınma gibi konularda yeterince irade göstermemesi merkez partilere olan güvensizliği derinleştiriyor. Bu durum bir taraftan çevrecileri güçlendirirken diğer taraftan ırkçı ve AB karşıtı partilere yarıyor.
YOUTUBER’IN ETKİSİ
On dokuzuncu yüzyılda Avrupa işçi hareketinin ve burjuvazi ile proletarya arasındaki sınıf mücadelesinin önemli isimlerinden olan Rosa Luxemburg’un “Özgürlük, farklı düşünenin kendini ifade edebilme özgürlüğüdür” sözü en sevdiğim özgürlük tanımlaması. Ancak bu söz 21. yüzyılda aynı coğrafyada git gide mânâsını kaybediyor. Farklı hayat biçimleri, düşüncelerin, inançların en hafifi ile asimilasyona uğratılmak istendiği, güçlenen ırkçı ideolojiler eli ile şiddete varan eylemlerle yok edilmek istendiği bir sürece doğru hızla gidiliyor. Düşünce ve inanç özgürlüğü kısıtlaması yabancılara karşı bir eylem olmakla kalmıyor, çoğunluk toplum kendi içerisinde de farklı düşüncelere tahammül göstermekte zorluk çekiyor.
Alman Rezo lakablı youtuber, AB seçimlerinden kısa süre önce ‘CDU’nun imhası’ başlığı altında 55 dakikalık video yayınladı. CDU politikasını istatistiki veriler ve kaynak göstererek ağır şekilde eleştiren Rezo, birkaç gün içerisinde 12 milyon kişi tarafından izlendi. CDU’lu siyasetçilerin videoya küçümseme ile yaklaşması üzerine 26 yaşında mavi saçlı genç, 80 youtuber’in desteğini de alarak AB seçimlerinde ne CDU, ne de SPD’nin seçilmemesi gerektiği çağrısında bulunduğu bir ikinci video yayınladı. Almanya’da CDU’nun 2014’e kıyasla yüzde 6 oy, SPD’nin de yüzde 11,5 oy kaybetmesi Rezo videosunun etkilerinin tekrar tartışılmasına yol açtı.
IRKÇI PARTİLER MERKEZ PARTİLERİ ERİTİYOR
CDU Genel Başkanı Annegret Kramp-Karrenbauer (AKK) AB seçimlerinin ertesi günü yaptığı açıklamada Rezo videolarını asimetrik seçim kampanyası olarak adlandırdı ve seçimden kısa süre önce internette yapılan siyasi fikir beyanlarının sınırlandırılması gerektiğine inandığını söyledi. AKK’nın yeni nesil iletişim araçlarına ve genç seçmenlerin politize olma şekillerine yasakçı yaklaşımı Avrupa’da merkez siyasetin nasıl ırkçı ve marjinal partilerin kurduğu tuzağa düştüğünü gösteriyor. Düşünce özgürlüğünün kısıtlanması mümkün ancak bunu yapacak olan AKK gibi siyasetçiler değil, toplum güvenliği ve huzuru söz konusuysa ancak mahkemeler olabilir.
İnternete sansür uygulayarak seçmenin bilgi alma hakkını kontrol etmek düşünce ve ifade özgürlüğünü doğrudan sansürlemekle eş anlamlı. Rezo örneği, merkez partilerin ve eski siyasetçilerin genç seçmenlere ulaşmakta ne kadar zorlandığını gösteriyor. Merkez partiler önümüzdeki süreci doğru okuyup siyasi söylem geliştiremezse gençlerin daha marjinal partileri merkeze taşıması kaçınılmaz olacak.
AB İÇİ GÜÇ MÜCADELESİ
AB parlamenterlerinin belirlenmesi sonrası en önemli adım AB Komisyon Başkanının seçilmesi. Bu konuda Merkel ile Macron arasında derin fikir ayrılığı olduğu seçimin hemen ardından yapılan AB liderler zirvesinde ortaya çıktı.
Macron, Komisyon başkanı olacak kişi için “tecrübeli ve inandırıcı olmalı” derken sosyalistlerin adayı Frans Timmermans’ın, liberallerin adayı Margrethe Vestager’in ve Fransız Michel Barnier’in ismini andı.
Merkel’in desteklediği EPP grubu adayı Manfred Weber’i desteklemediğini açıkça belirtmiş oldu. Merkel ise Weber konusunda ısrarcı.
Merkel ile Macron Komisyon başkanı konusunda nasıl bir orta yol bulacak göreceğiz. AB komisyon başkanı adayı merkez sağın daha da sağında duran Manfred Weber seçim kampanyası boyunca Türkiye’nin AB üyeliğine karşı kampanya yürüttü. Türkiye konusunda oldukça popülist yaklaşım sergileyen Weber, başkan olduğu taktirde Türkiye AB ilişkileri olduğundan daha olumsuz yöne sürükleneceği beklenebilir.
AB Komisyonunun yayınladığı 106 sayfalık Türkiye ilerleme raporu, yeni dönemde AB Türkiye ilişkilerinin nasıl şekilleneceği yönünde oldukça fazla ipucu veriyor. Türkiye’yi oldukça sert eleştiren raporda Türkiye’nin AB üyeliğinin ufukta görülmediği vurgusu var. Diğer taraftan Türkiye’nin AB için önemli ortak ve aday ülke olduğu, göç ve mülteci konusu başta olmak üzere iş birliğinden memnuniyet duyulduğunun da altı çiziliyor. Raporun eleştirilerde tek taraflı ve hakkaniyetten uzak bir yaklaşım sergilemesi şaşırtmıyor. AB’nin gündeminde Türkiye’ye dair pozitif bir ajanda şimdilik yok. Önümüzdeki süreçte bu gidişat reel politik çıkarlar doğrultusunda dönüştürülebilir mi, zaman gösterecek.