15 Temmuz ruhu öldü mü?

ABD, NATO, AB ve İsrail destekli 15 Temmuz işgali iç savaş ve soykırım girişiminin 3. yıldönümüne girdiğimiz şu günlerde, aziz şehitlerimizi dualarla yâd etmek, gazilerimiz ve o gece sokağa çıkıp direnen herkese şükranlarımızı iletmek ve o gün yapılanları hatırlamanın yanı sıra, hakkıyla bir 15 Temmuz muhasebesi yapmadan olmaz. Zira 15 Temmuz ülke için Kurtuluş Savaşı gibi bir milattı ve bu millet bu imtihanı başarıyla geçti. Arkamıza aldığımız 15
Temmuz rüzgârıyla yeni bir ruh oluşturabilir, Türkiye’yi çok daha ileri bir seviyeye taşıyabilirdik. Ancak bazı şeyler eksik, bazıları ise yanlış yapılarak bu ruhun oluşması yarım kaldı. “15 Temmuz ruhu nerede” diye her 15 Temmuz geldiğinde soracağız. Neden 15 Temmuz edebiyatı oluşmadı veya dünya kamuoyuna sunabileceğimiz bir film çekemedik? Sokağa çıkarken hangi görüşten olduğumuzun bir önemi yokken, bu birlikteliği neden muhafaza edemedik?
FETÖ’cüleri tasfiye etmenin zorluğundan haberdarız. Ama neden hâlâ FETÖ ile mücadele üst makamlara doğru yönelmedi ve bu konudaki mağduriyetler giderilmedi? 15 Temmuz ruhunun önündeki en büyük engel olan 15 Temmuz endüstrisini alkışlamak yerine neden ‘dur’ diyemedik? Yusuf Kaplan Hoca’nın dediği gibi, 15 Temmuz endüstrisi, 15 Temmuz ruhunu katletti. Kıymetli isimlerden aldığımız görüşlerle 15 Temmuz’un röntgenini çektik ve eksiklikleri ortaya koyduk. Yukarıdaki suâlleri ve “15 Temmuz emanetinin ruhunu nasıl yakalarız” sorusunu her sene sormaya devam edeceğiz.

15 TEMMUZ ENDÜSTRİSİ 15 TEMMUZ RUHUNU KATLETTİ

Yusuf Kaplan

15 Temmuz’da millet darbeyi acayip bir şekilde püskürttü. Yakın tarihte dünyada çok fazla örneği olan bir şey değil bu. Dolayısıyla ‘15 Temmuz ruhu’ diyeceğimiz bir şeyden söz edebilirdik. Toplumu ortak hedeflere, daha büyük bir Türkiye idealine doğru sürükleyebilirdi. Maalesef bu sözünü ettiğim anlamda bir şey olmadı. İçeriden operasyonlar olduğu, her yere sızdıkları, sorumluların cezalandırılması için yapılanlar olduğu doğru. Ama ne olursa olsun, bu bir rüzgardı ve bunun bir yere sürüklenmesi lazımdı. Toplumun ruhunu oluşturabilecek, bir dalga oluşturacak, bütün toplumların etrafında buluşabileceği, kendini görebileceği, hissedebileceği, ülkenin yönünü, yörüngesini bulduğu, İslam dünyasını da harekete geçirecek bir ruha dönüştürülmesi lazımdı. Bunu başaramadık.

Milletin sahiplenmesi lazımdı

15 Temmuz ruhunu siyasetin değil, halkın sahiplenmesi gerekirdi. Okullarda, resmi törenlerde anmakla olmaz bu iş. Belediyeler uyduruk uyduruk programlar yapıp, yayınlar bastı. Siyasetin değil milletin sahiplenmesi sağlanacaktı. Millet yaptı bu işi, devlet aşırı sahiplenerek ruhunu bozdu. Resmi ideolojiye dönüştürmeye çalıştı. Bu yanlış. Toplumun bütün kesimlerini kucaklayacak şekilde yapılmalıydı.Toplumun öncülerinin ön ayak olması gerekirken, onlar da iktidara yalakalık yapmaktan başka bir şey yapamadılar. Nemalananlar oldu bu durumdan. 15 Temmuz endüstrisi oluştu. 15 Temmuz endüstrisi, 15 Temmuz ruhunu katletti.

Toplumun her kesimini kucaklayabilecek bir şeyin üzerine gidip, 15 Temmuz ortak payda haline getirilmeli. Nedir bu; Türkiye bir beka sorunu yaşıyor, etrafı Irak, Suriye dâhil olmak üzere, Doğu Akdeniz sıcak. Dolayısıyla toplumun dışarıdan gelebilecek, 1. Dünya Savaşı’na benzer bir dünya savaşının veya Türkiye’yi işgal etme girişimi her zaman mümkün. Basit bir olaydan Türkiye’yi savaşa sürükleyebilecek tehlikeli bir süreç olabilir. Bu süreçlere dikkat ederek toplumun bütün kesimlerini Türkiye ortak paydasında buluşturmak gerek.

Biz farklılıklara saygı duymasını bilmeyen insan değiliz ki. Farklı kültürleri, dinleri koruyan tek medeniyetin çocukları biziz, bu ülkedeki farklılıklara tahammül edemiyoruz. Yok böyle bir şey.
Medya özgür olsun ki, emperyalistler gelip bizim ülkemizde kendi medyalarını kurmasınlar. Güçlü bir medyası ve muhalefeti olursa ülkenin önü açılır. Farklı kesimleri kucaklamak İmamoğlu’nun işi değil ki, bizim işimiz. AK Parti ilk çıktığı zaman öyle çıktı. İnsanlar nefes aldı. Adalet partisi bu. Bir ülkede adalet sağlanamazsa, toplumsal barışın tesis edilmesi, ekonomik kalkınmanın gerçekleşmesi, refahın âdil bir şekilde yaygınlaştırması, dış dünya ile ilişkilerin rayına oturtulması zorlaşır.

FETÖ’YLE İŞ TUTAN İNSANLAR HÂLÂ DURUYOR

Prof. Dr. Mustafa Koç

Memleketimde hep devşirmeler ve devşirilenler olmuştur. 15 Temmuz, sevilen batılın garptan yediği son tokattır. 15 Temmuz, hakla batılın karşılaştığı tarihtir. 15 Temmuz, uyuyanların uyandığı, uyananların bâtılı uyandırdığı tarihtir. 15 Temmuz hak bilinen nâhakların haklarından gelindiği tarihtir. 15 Temmuz, çok zamandır iş hayatında, sanatta her sahada yürüyen haçlının tankla tüfekle saldırdığı ve perişan olduğu tarihtir. Haçlının keşif koluydu FETÖ ve hâlâ öyle. Bu keşif koluna karşı koyan Saygıdeğer Cumhurbaşkanıma, arkadaşlarıma, milletime, şehitlerimize, gazilerimize şükranlarımı sunuyorum.

Ben kendi zaviyemden baktığımda kendi hâlinde bir üniversitenin biriminde öğretim üyesiyim.
Bulunduğum yerde FETÖ’yle girdiğim mücadeleden dolayı uğramadığım mobbing kalmadı. Yaptığım bütün müracaatlar neticesiz kaldı. Bazen işlerin yolunda gitmediğini görüyorum. Büyük hikâyeyi görüyorum ama insanların bu yapılanlara karşı hâlâ şuurlu bir disiplinden geçirilmediğini, bu bilincin ancak 15 Temmuz’dan 15 Temmuz’a bir seremoniye dönüştüğünü görüyor ve üzülüyorum.

Kim güçlüyse onun yanındalar

Üniversiteye intisap ettiğimde etrafımda FETÖ’cülerden bir yığın vardı. Ama şimdi ‘biraz var’ cümlesini rahatlıkla kurabilirim. Katıksız FETÖ’cüler büyük miktarda tasfiye oldu gördüğüm kadarıyla. İkinci kategori olan FETÖ’cülerin mayaladığı ya da mayalamakta olduğu insanlar hala duruyor. Onlarla iş tutan insanlar da duruyor.

FETÖ’yle iş tutan insanlar, kim güçlüyse onun yanında durur. FETÖ biraz palazlansa bu iktidarın yanında yer aldığını söyleyen bir zümre, eminim derhâl saf değiştirecektir. Ve şüphesiz FETÖ tasfiyesi sırasında mağduriyet yaşayanların da farkındayım. Ama büyük resmi perdeleyecek bir mağduriyet olduğu kanaatinde de değilim.

Asıl mağdurlar susuyor

Askeriyede kullanılan FETÖMETRE’nin her bir kamu personeli için uygulanması gerekiyordu. Üniversitede rektörden başlayarak, en alt kademeye kadar. İlk tasfiye hareketleri, haklarında iyi bir takibat yürütülmeyen rektör ve personel tarafından idare edildi. İktidar mücadelesinin soruşturmalarda suiistimal edildiği anlamına da geliyordu bu. Aynı zamanda açığa çıkmamak için bazı FETÖ’cülerin korunup kollandığı, ifşaatta bulunmamaları için hallerine dokunulmadığını duydum, hissettim. Defalarca bunu anlattım. Ama karşılık bulamadım.

Mecburen güvenlik güçlerine odaklanıldı ama bütün kadroların ciddi bir şekilde elden geçirilmesi gerektiği kanaatindeyim. Çünkü FETÖ, güvenlik güçleri kadar eğitim kurumlarını da merkeze aldı. Ve üniversitelerde istihdam imkanlarından istifade ettiler. Şu an FETÖ aleyhtarı görünen birçok akademisyenin seslerinin yüksek çıkmasını kendi geçmişlerini örtme çabası olarak görüyorum. Asıl mağdurlar iş hayatında mobinge uğramamak için hâlâ sükûneti tercih ediyor.

DAVALAR HAKKIYLA YAPILDI

Av. Cavit Tatlı

‘Parası olanların davaları erken bitirildi’ diye bahsettikleri darbe davaları değil. Fetullahçı terör örgütü üyeliği davaları. Darbe davaları ile örgüt üyeliği davaları farklı. Silivri’de gördüğümüz davalar bahse konu olan davalar değil. İnsanlar hangi konudan yargılama yapıldığını ayırt edemiyor. Ya Fetullahçı terör örgütü üyesi olmaktan, ya da üyesi olmadığı halde yardım ve yataklık yapmaktan yargılanıyor.

Davaların uzun sürmesinin kararları etkilediği de çok tartışıldı ama böyle bir şey yok. Davalarda en son iddianamesi hazırlanan Atatürk Havalimanı davasıydı. Bazı dava dosyalarında ya ifade eksikliği ya da görüntü çözülmemiş olabiliyor. Bu davalarda birçok kişi, olay, mekân ve ifade var. Tüm Türkiye’de organize edilmiş ve yapılmış bir darbeden bahsediyoruz.

Davalar uzayabilirdi

Soruşturma yapan savcılık, polis bu davalarda üzerine düşeni yaptı ve ortaya bir çalışma koydu. Bu çalışmayı yapmamış ya da eksik yapmış olsaydı davalar uzayacaktı. Hemen olsun bitsin istiyoruz ama hukukta öyle olmuyor. Hızlı olursa yol kazaları olur. O zaman da “Haksız yere bu insanlar niye tutuklanıyor” denir. Darbeciler, yaptıklarını inkar etti. İnkar varsa delil ortaya koymak lazım. Hâkim savcılar delilleri sundular, hepsini hangi olayla ilişkili tek tek yazdılar. Bu yazılanlar Yargıtay’a, İstinaf’a, Anayasa Mahkemesine hatta AİHM’e gidecek. Bu kadar yere gidecek dosyada, usul hatası yapılmış olması bu insanların usul hatasından dolayı suçlu iken ceza almaması demek.
Karar vermek için zaman gerekli

Türkiye’de bir darbe oldu, anayasaya dayanarak OHAL ilan edildi. Temel hak ve özgürlükler sınırlandırılıyor mu evet. Zaten bunun için var. Ve o süreç içinde bunların hepsi yapıldı. Bunlardan hepimiz rahatsız olduk. Ülke olarak içinden geçtiğimiz bir süreç vardı ve sabretmemiz gerekiyordu. Tamamen hukuksuz, herkesin kafasına göre ve istediğini yaptığı bir dönem miydi, bunu diyebilmek için zamana ihtiyacımız var. Bununla ilgili şikâyeti olanlar mahkemeye gittiler ve gidiyorlar. Henüz bir karar yok. Hakkı yenmiş insan varsa hakkını alır, suç işleyenler varsa bunların müeyyideleri olur. Ama bu zaman alacak.

Gazilik kurumunu da istismar edenlerden söz ediliyor. Bu konuyla ilgili de bir düzenleme var. Ona dayalı olarak gazi olunuyor. Halkın bu kadar hassas olduğu bir konuda bile bunu ranta çevirmek isteyen kötü niyetliler olabilir. İnsanın olduğu her yerde bu olabilir. Devletin yapması gereken de gerçekten gazi olanlarla olamayanları ayırt etmek.

ALLİANCE, FULBRİGHT VE FETÖ

Ufuk Coşkun

27 Aralık 1949 yılında ABD ve Türkiye arasında imzalanan Fulbright Eğitim Anlaşması, FETÖ’nün eğitim dünyasına açılan kapısıydı. FETÖ’yü ABD’ye yerleştiren Graham Füller, FETÖ’nün MEB’e çöreklenmesinde aktif rol oynayan bir CIA ajanıydı.

FETÖ okulları, Mayıs 1860’da Paris’te kurulan ve Maurice de Hirsch ile Rothschild’in finansörlüğünü üstelendiği Alliance Israelite Universalla okullarının devamı niteliğindedir. Alliance okullarının özelliği, ileride ülkeyi yönetecek üst düzey bürokrat ve yönetici sınıfını yetiştirmekti. Öyle ki İstanbul, İzmir, Selanik, Şam, Halep ve Beyrut gibi birçok yerde eğitim hizmeti(!) verdiler. İlginçtir öğrencilerine de ”şakird” adını vermişlerdir.
1885 yılında Balkanlarda tam 20 okul açan Alliance, 1912’ye gelindiğinde okul sayısını 115’e çıkarmıştı. Osmanlı coğrafyasında, İran, Irak, Fas ve Afrika gibi ülkelerde çok sayıda okul açtılar. 1960 yılına gelindiğinde Alliance okullarının tümü kapatıldı. Çünkü amaç hâsıl olmuş imparatorluk çözülmüştü. Okullarını kapatan Alliance’nin yerine bu sefer başka bir okul projesini devreye soktular; FETÖ okulları.

Amaçları İslam coğrafyasına nifak sokmak ve yönetici kadroları yetiştirmek, en önemlisi de Türkiye engelini ortadan kaldırmaktı. Mensubiyet duyguları körelmiş çocukları devşirerek kendine bağlı, bağımlı kült bir yapı meydana getirdiler.

İlk sınav hırsızlığına 1973 yılında üniversite sorularını çalarak başladılar ve kırk yıldır aralıksız soru çalarak devlet kurumlarında kadrolaştılar. 2010 KPSS hırsızlığına ilaveten 2009 KPSS, 2012 KPSS, 2011 ve 2012 Hâkimlik sınavları, YDS, ALES, Askeri liseler, Polis koleji ve Akademi sınavları gibi birçok sınavda aynı yol ve yöntemi izlediler.
Sadece 2002 ve 2016 arası bu yolla devlet kurumlarına en az 500 bin kişinin yerleştirildiği tahmin ediliyor. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra FETÖ’nün ülkeye verdiği zararı, nasıl sinsice örgütlendiğini, eğitim aracılığıyla nasıl bir tahribata yol açtığını bir kez daha şahit olduk.

Eğitim alanında ciddi tedbirler alamadık ve MEB’i ciddi anlamda bir reforma tabi tutamadık. 15 Temmuz’dan sonra 1 milyon personeli bulunan MEB’den üst düzey hariç tabandan 30 bin kişiyi ihraç etmek suretiyle bir mücadele başlattı. Bu YÖK için de geçerli. Bu mücadelenin kapsamı genişletilmelidir.

Ayrıca KPSS, LGS, YGS gibi sınavlarda soru çalan FETÖ’nün MEB’in kendi bünyesinde gerçekleştirdiği sınavlara kayıtsız kaldığı düşünülebilir mi? Ne yazık ki bu sınavlara yönelik hâlâ bir inceleme-soruşturma başlatılmadı. Eğitim sistemini yenilemek durumundayız. Bize ait bir okul sistemi kurmalıyız. Bunu başaramazsak bu ülkenin çocukları FETÖ benzeri birçok projeye yenik düşecektir

15 TEMMUZ’LA İLGİLİ KİTAP ÇOK ESER YOK

Mahmut Bıyıklı

Darbelerin edebiyata yansıtılmasında sanat aracılığıyla topluma sunulmasında muhafazakar kesim maalesef başarılı olamamış. Mesela 27 Mayıs’ı sol kesim kutsayan bir şekilde eserlerinde yoğun bir şekilde işlerken muhafazakâr kesimde derin bir sessizlik hâkim olmuş. O döneme dair Tarık Buğra’nın Dönemeçte’si, Sevinç Çokum’un Karanlığa Küfreden Yıldız’ı gibi sınırlı sayıda birkaç ürün var. Yine hemen ardından gelen 12 Mart’a dair de sağ kesimde edebî bir tavır söz konusu değil.

12 Eylül’e baktığımızda da hem sol kesim, hem de sağ kesim darbeden ağır yarayla çıkmış, darbeciler iki tarafı da âdeta ezip geçmiştir. “Denge olsun diye bir sağdan bir soldan astık” diyen Kenan Evren’in itiraf ettiği gibi gerçekten iki tarafa da aynı derecede zulümler uygulanmıştır. Fakat 12 Eylül’ü anlatan hikâyelere, romanlara ve diğer sanat ürünlerine baktığımızda dengenin kaybolduğunu, solun hatırı sayılır bir üstünlük içinde olduğunu hemen görüyoruz.

Hâkeza doğrudan İslâmî camiayı hedef alan 28 Şubat’ı incelediğimizde ise yaşanılan travmanın binde biri bile edebiyata yansıtılamamış, gelecek nesillere hakkıyla aktarılamamış olduğu ortadadır. Aktarılmadığı için de bugün Ertuğrul Özkök gibi isimler, “Siz 28 Şubat’ta ne yaşadınız ki” cümlesini rahatlıkla kurabilmiştir.

Yaşanılanlar henüz taze

Geçtiğimiz yıllarda edebiyat araştırmacısı bir arkadaşımız darbeleri konu alan 130 yazarın 178 eserini inceledi. 130 yazardan 94’ü kendisini solcu olarak tanımlayan kişilerden oluşuyor ve geri kalanı ise muhafazakâr yazarlar. Aradaki fark her şeyi anlatıyor.

Gelelim 15 Temmuz’a. 15 Temmuz’un edebiyata yansıtılmasında da maalesef diğer darbelerde olduğu gibi çok başarılı değiliz. İlk günlerin heyecanıyla yazılan samimi ama edebî değeri tartışılır şiirlerin, dergilerde ürkek bir tavırla yazılan hikâyelerin, açılan yarışmalarda verilen ödülün motivasyonuyla yazılan birkaç romanın dışında ortaya çıkmış 15 Temmuz edebiyatından söz etmek çok zor. Kitap çok, eser yok. Usta yazarların bu hususta aşırı çekimser olduğunu gözlemliyoruz. Bunda hem yaşanılanların henüz taze olmasının verdiği şaşkınlık, hem de bazı mahfiller tarafından meselenin planlı bir şekilde sulandırılmasının katkısı var.

Her şeye rağmen ümitsiz değiliz. Bu ülkenin sanatçılarının omzunda, 15 Temmuz hain saldırısını sanatla geleceğe taşımak ödevi her zaman duracak, yerli sanatçılar bu hususta duyarsız kalmayacaktır. Buna mecburuz. Fatih Andı’nın dediği gibi: “Siyaset söner, nutuk kısılır, magazin eskir, insan göçer; ancak sanatın dili söyleyeceğini nesiller boyu tekrar eder durur. Sanat, söylemin ruhudur, ruh yaşar.”